22 Ekim 2009 Perşembe

Çalışma Piyasasında Bıçaksırtı Denge - Devlet Çalışan Haklarını Ne Kadar Korumalı? (Kıdem Tazminatı Örneği)

Dün bazı gazetelerde çıkan bir habere göre ülkemizde var olan Yatırım Ortamını İyileştirme Kurulu adlı bir kurul ile çeşitli büyük işyeri sahipleri bir çalışma yapmış ve sonucunda kıdem tazminatlarını yarıya indirilmesi önerilmiş.

Kıdem tazminatı, bir kişinin çalıştığı işyeri tarafından işten çıkarılması halinde o kişiye ödenen bir tazminat. Eğer birini işten çıkaracaksanız çalıştığı yıl sayısı kadar maaşını o kişiye ödemek durumundasınız. Örneğin 12 yıllık çalışansınız, işten çıktığınız zamanda aylık maaşınız da 2,000 lira. Bu durumda patronunuzun sizi işten çıkarabilmesi için size 12x2 = 24 bin lira tazminat ödemeyi göze alması gerekiyor. Tabi bu Sosyal Güvenlik Kurumu’na kayıtlı olmanız halinde geçerli. Halk arasındaki tabirle SSK’nız yoksa böyle bir hakkınız da yok. Eğer işyeriniz size SSK yapmıyor da kayıtdışı (kaçak) çalıştırıyorsa ne ucuza ilaç alabilir ne doktora gidebilir, ne emekli olabilir ne de kıdem tazminatı alabilirsiniz. Neyse konuyu dağıtmayayım.

Görüldüğü gibi kıdem tazminatı işçiyi özellikle de belli bir süredir çalışanları koruyan, işten çıkarmaları zorlaştıran bir düzenleme. Ekonomide yarattığı iki temel etki var.

Bunlardan ilki ülkedeki ücretleri arttırması ancak istihdamı düşürmesi. Kıdem tazminatı istihdamla orantılı olan ve işverenlerin üzerine binen bir yük olduğundan azaltılması durumunda işgücü maliyetinde bir düşüş yaşanır. Bunun yanında işçi çıkarmak kolaylaşacağından çalışanlar işlerini kaybetme korkusu ile daha düşük ücretlere razı olurlar. Böylece adam çalıştırmanın hem kesintisi hem de ücreti düştüğünden firmalar daha fazla kişi çalıştırırlar. Bu belki çalışanlarda bir refah kaybı yaratır ama en nihayetinde işsiz insan sayısını azaltacağından olumlu bir durum olarak değerlendirilebilir. Burada önemli bir nokta da oluşacak istihdam artışının kalıcı bir artış olmasıdır. Mesela ekonominin canlanmasına bağlı istihdam artışı bir gün ekonomi daralma dönemine girince tersine dönebiliyor, zira istihdamı arttıran güç ekonomide meydana gelen geçici değişmeler. Oysa kıdem tazminatının düşürülmesi gibi bir durumda bu değişim kalıcı olduğundan oluşacak istihdam artışı da kalıcı olur. Daha teknik bir deyişle yapısal (doğal) işsizlikte bir azalma meydana gelir.

İkinci etki ise ekonomide kayıtdışı istihdamın bir kısmının kayıtlı istihdama geçmesidir. Örneğin bir ülkede devlet adam atmayı imkânsızlaştırıcı düzenlemeler yapsa ya da firmalardan çalıştırdıkları işçi başına astronomik vergiler alsa ne olur? Ne olacak ülkede tek bir kişi bile kayıtlı çalışamaz, çünkü hiçbir firma kayıtlı işçi çalıştırmaz. Kayıtlı çalıştırmak hiç akıl karı değildir çünkü herkes kaçak çalışır. Bu düzenlemeler ya da kesintiler ne kadar yumuşarsa kayıtlı işçi çalıştırmak da ona göre olağanlaşır. Bu açıdan kıdem tazminatında ortaya çıkacak bir düşüş bazı firmaların kaçak çalıştırdıkları kişileri kayıtlı çalıştırmalarına yol açabilecektir.

Bu noktada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da ülkedeki istihdamın genel yapısıdır. Eğer ülkede hemen herkes kayıtdışı çalışıyorsa yukarıda saydığım ilk etki oluşmaz. Çünkü kıdem tazminatı düşük de olsa yüksek de olsa kaçak çalışana sıfırdır. Bizim ülkemizde kayıtdışının çok yaygın olduğu dikkate alındığında bu kanaldan istihdama sınırlı bir etki oluşacağını söyleyebiliriz.

Sonuç olarak bu düzenlemenin olması durumunda firmaların işgücü maliyetlerinin düşmesi, kayıtdşının azalması ve istihdamın artması ekonominin geneli (makro ekonomi) açısından oldukça iyi şeylerken ücretlerin düşmesi ve iş güvencesinin azalması tek tek bizlerin açısından yani bireylerin ekonomisi (mikro ekonomi) açısından pek de sevindirici sayılmaz.

Ben şahsen;

- Eğer çalışanların gelirlerinin düşmesi çalışmayanların da işe girerek bir şeyler kazanmaya başlaması sonucunda gelir uçurumu kapanacaksa,
- Düşen maliyetler ve artan işgücü sonucunda ülkemizin üretim kapasitesi büyüyecekse, daha çok üretebileceksek,
- İş kaybetme korkusu ve işyerlerinin ortalama işçi değiştirme sayısındaki artış sonucunda çalışanların verimliliği çok düşmeyecekse (bir başka deyişle, istihdam artışı verimlilik düşüşünden fazla olacaksa)

halihazırdaki gelirimin bir miktar düşmesine razı olabilir, kıdem tazminatımın yarısından vazgeçebilirim. Ayrıca işimi kaybetme korkusu duyarsam muhtemelen işime daha sıkı sarılırım.

Acaba hangi etkiler diğerlerine daha baskın bekleyip göreceğiz. Daha da öncesinde acaba böyle bir düzenleme yapılabilecek mi? Bunu da sendikalar, işverenler ve devletin karşılıklı hamleleri belirleyecek.

MD


Söz konusu haberi aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:

10 Ekim 2009 Cumartesi

İş bulamayan yeni mezunlar lütfen umudunuzu yitirmeyin - İşsizlik üzerine (2)

Bu kez ekonomi üzerine bir fikir yazısı yazmıyor tamamen yeni mezun ve henüz iş bulamamış arkadaşlara düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

Benim çoğu arkadaşım ya üniversitede okuyor, ya üniversiteyi yeni bitirmiş ve iş arıyor. Bu aralar herkes işsizlikten şikayetçi. Yeni mezun olan arkadaşlara söylemek istediğim birkaç şey var.

Arkadaşlar, gerçekten çok şanssız bir dönemde mezun oldunuz, çoğunuz iş bulamadınız. Canınız sıkıldı, moraliniz bozuldu. Zaten para kazanamıyorsunuz o bir dert, elalem sizin bir işe giremediğinizi öğrendikçe cins cins konuşmaya başladı, okulunuzu, bölümünüzü beğenmemeye başladılar. Milletin de ağzı torba değil ki büzesiniz. Size dokunuyor, siz onca yıl uğraştınız o kadar, sınavdı, yoklamaydı, ödevdi koşturdunuz durdunuz. Daha önce hiçbir işte çalışmadığınız için kendi kendinize de bir yandan acaba yanlış bölüm mü seçtim diye sorguluyorsunuz (tabi böyle düşündüğünüzü başkalarına pek çaktırmadan).

İnanın bana bunun nedeni son 1 yıldır süregelen ekonomik kriz şartları. Yanlış bölüm okumadınız, normalde iş bulurdunuz, inanın bana. Değersiz, işe yaramaz insanlar değilsiniz. Gerçekten de dün iş bulma süreci bugünkü kadar kötü değildi. Geçen yıla kadar iş piyasasında yılda 100 kişilik işe alım yapılıyordu ve her sene 25 tane süpermen mezun oluyrdu. Süpermen derken ODTÜ, Boğaziçi vs. mezunu, çok iyi İngilizce bilen, ALES’ten falan 90-100 alacak kapasitedeki, 10 parmağında 11 marifet kişileri kastediyorum. Bu süpermenlerin tamamı işe giriyordu, kalan 75 pozisyona da diğer mezunlar girme şansı yakalıyorlardı. Bu yıl 20 kişi işe alınıyor, o 20’nin de 18-19 tanesine süpermenler girdi zaten. Diğerlerine 1 ya da 2 yer kaldı. Zaman öyle ki süpermenlerden bile boşta kalan oldu. Diğerlerinde ise çok büyük çoğunluk işsiz kaldı.

Gerçekten iç karartıcı ama iyi bir haber vereyim bu hep böyle devam etmeyecek, yarın işler normale dönecek o zaman yine normalde girebileceğiniz işlere girebiliyor olacaksınız. Bu seneye ve belki bir de gelecek seneye has olan bu durumu hiçbirimizin değiştirme şansı yok, yapabileceğimiz en iyi şey bunu böyle kabullenmek ve boşu boşuna canımızı sıkmamak. Bu arada hali hazırda bir işi olanların da işlerine dört elle sarılmaları…

İş bulamayan yeni mezunlar yetişkin hayatlarına bu yıla has olmak üzere 1-0 yenik başlıyorlar. İlk tecrübelerinde başarısız olmak (yani ilk yılda her kapıdan geri çevrilmek) sanki sorun kendilerindeymiş gibi hissetmelerine yol açıyor. Kendilerini hafife alıyorlar. Bu kötü illüzyonu gerçek sanıyorlar. Yüksek ve ulaşılabilir hedeflerinden vazgeçip çok daha azına kanaat ediyorlar. İşte bu çok önemli bir sorun. İş bulamamada hata yeni mezun arkadaşlarda değil ama kendilerini küçümseyip bütün ömürlerini etkileyecek yanlış kararlar verirlerse hata korkarım onlarda.

Bir bankada müfettiş olabilecekken gişe görevlisi olmaya, maliye bakanlığında hesap uzmanı olabilecekken PTT memuru olmaya sırf bir süredir iş bulamadınız diye razı olmayın lütfen. İlk adımı yanlış atmayın. Ben bu meslekleri küçümsemiyorum ancak eğer daha fazlası olabilecekseniz onu olun, PTT memurluğu ya da gişe görevlisi pozisyonunda da boşa yer kaplamayın, onu da hak eden bir başkası olsun. Siz zaten gişede çatlarsınız, bir süre sonra iş tatminsizliği zirve yapar kendi kendinize dövünmeye başlarsınız. İyice mutsuz olursunuz. Treninizi baştan yanlış makasa sokmayın, çünkü eğer öyle yaparsanız eski yerinize dönüp doğru makasa geçebilmeniz için bile 100’lerce km gidip gelmeniz gerekebilir. İş hayatına ilk adım çok önemli, bir kez bir işe girdiniz mi o işten çıkmak zordur, orayı bırakıp istediğiniz işe geçmek daha da zordur. Bu nedenle sırf bu yıla has olumsuz işe alım koşulları yüzünden umutsuzluğa kapılıp kalitenizin ve beklentinizi çok daha altında işlere razı olmayın. Denize düşerseniz belki yüzüp kurtulabilirsiniz ya da birileri yardıma gelir ama yılana sarılırsanız kurtuluşunuz yok! Lütfen sabredin. Sabırsız davranıp hayatınızı karartmayın.

Lütfen umudunuzu kaybetmeyin. Çünkü umudunuzu kaybederseniz hapı yutarsınız. Zaten her şeyi geçtim, umutsuzluk dediğimiz şey nedir bir düşünün Allah aşkına!
Bu umutsuzluk dediğiniz şeyin 3 adet reel etkisi vardır:

- İnsanın azmini kırar, böylece işe girememe süresini uzatır ve daha kötü işe razı olma eşiğini düşürür.
- Umutsuzluğun verdiği elem, ızdırap insanın sabrını azaltır, hiç girmemesi gereken işlere girmesine yol açabilir.
- Umutsuzluk hissini duymak ve kendini bu hisse teslim etmek insan için her şeyi kolaylaştırır (mücadeleden vazgeçirdiği için), bu da insanın bir yerde kafasını rahatlatır.

Yani 2 kötü 1 iyi etkisi var. Şöyle bir baktığımızda kötülerin etkisinin yanında iyi olan çok hafif kalıyor. Burada yeni mezun arkadaşlarım kendi kendilerine yapacakları telkinle, sabretmeyle ve dayanıklı olmayla bu berbat duygudan kurtulabilir. Umutsuzluğun hiçbir şeye faydası yok kısacası. Tamamen zararlı bir his. Hiç hissetmemeye gayret edin, kendinizi bu hisse teslim etmeyin. Bu his tam bir şeytan. Uzak durun. Bir yer sizi geri mi çevirdi, 15 dakika üzülün sonra da unutun gitsin. İşinize bakın. Unutmayın UMUTSUZLUĞUN GETİRİSİ SIFIR, MALİYETİ İSE ÇOK YÜKSEK. Aklı selim hiçbir insanın böyle bir şeyle işi olmaz :)

Yapılabilecek hiç mi bir şey yok? Bu yıl işe alımlar azaldıysa bütün seneyi boş mu geçireceksiniz? Kesinlikle hayır. Bu boş vaktinizi iyi değerlendirin kendinize yatırım yapın Gidin yüksek lisans yapın, yabancı dilinizi geliştirin, eskisinden daha da azimli bir şekilde sınavlara hazırlanın, ders çalışın, becerilerinizi geliştirin. Ve bu faaliyetlerin hangisini yaparsanız yapın o şeye dört elle sarılın. Yüksek lisans yapıyorsanız derslerinizi kaçırmayın, can kulağıyla dinleyin, kapabildiğiniz kadar çok şey kapmaya çalışın ki kara bulutlar yavaş yavaş dağılmaya başladığında yarışa en hazır biçimde çıkabilesiniz. Krizi fırsata çevirin. Hepinize Allah sabır ve dayanıklılık versin.

MD


Not: Bu berbat mekanizmanın işleyişini özetliyorum:

Kriz ---> Ekonomide durgunluk ---> İşsizlik artışı ve işe alımların azalması ---> İş başvurularında reddedilme oranının yükselmesi ---> Umutsuzluk (Bu noktada psikolojik faktörler devreye giriyor) ---> Özellikle iş piyasasının daha önceki durumunu tecrübe etmemiş olan yeni mezunlarda işlerin sanki hep böyle olduğu yanılgısının oluşması ---> Kendine düşük değer biçme ---> Daha kötü işlere razı olma ---> Yanlış bir işe girmek ve ömür boyu mutsuzluk

Yani iş piyasasında kısa vadeli olumsuzluk sonucunda insanların hayatlarında uzun vadeli (sürekli) olumsuzluklar meydana gelebilmekte...

Ne lanet şeysin sen işsizlik! - İşsizlik üzerine (1)

Zaman kötü, işsizlik aldı başını gidiyor. İşsizlik oranı en son %13.2 olarak kamuya açıklandı. Tabi bu orana aldanmamak gerekir çünkü bu sadece bir işte çalışan ya da çalışmadığı halde iş arayanlar içinde iş arayan kısmın oranı. Yani bu orana çalışabilecek yaşta ve nitelikte olup iş aramayanlar (istemedikleri ya da umutları kırıldığından dolayı olabilir) dâhil değil. Beli bir yaşın altı ve üstünde olanlarla öğrenciler, tutuklular, askerler vs. zaten dâhil değil.

Ekonomik durgunluk sürdükçe ve işsizlik yüksek devam ettikçe bazı insanların umutları kırılıyor ve iş aramayı bırakıyorlar. Bu kişiler artık iş aramadıklarından işsizlik oranı hesabına katılmıyorlar tabi. Bir de İş-kur’un bu aralar işsizleri çeşitli meslek kurslarına alıp bu kişilere çok cüz bir de ücret ödeyip sigortalarını yatırma uygulaması var. Bu kişiler çalışıyor görünüyorlar resmi istatistiklerde. Yani işsizlik oranı %13.2 dendiğinde aslında çalışmayan kişi oranı çok daha fazla. Bu çok kötü bir şey...

İşsizliğin en bariz sonucu insanların para kazanamaması, insan gibi yaşayacak, ihtiyaçlarını karşılayacak geliri elde edememesi. Ama sonuçlar maalesef bunla sınırlı değil. İşsiz kalan kişiler moralmen çökerler. Kendilerine güvenlerini kaybederler. Hatta utanırlar, eş, dost, arkadaş çevrelerinde bunun duyulmasını istemezler. Arkadaşlarıyla bu dönemde olabildiğince az görüşmek isterler. Tadları kaçar.

Bunun toplum genelinde arttığını düşünsenize bir de. İşsizlik artışıyla birlikte umudunu kaybeden insanların sayısı artar, yanlış yollara sapan, suç işleyen insanların sayısı artar. İntiharlar artar. Fahişelik artar. Anarşi oluşur. Sigara kullanımı, alkol kullanımı artar. Hatta işsizlik durumu uzadıkça toplumsal çözülmeler başlar. İnsanlar birbirlerine düşer, kimileri market yağmalamaya başlar kimileri dükkân soymaya. Ülke genelinde insanlar daha sinirli daha sabırsız, daha kavgacı hale gelir. Gerçekten bu toplumsal etkiler çok ürkütücü…

Bu arada işlerini kaybetmeyenler için de işlerin pek iyi gitmeyeceğini söyleyeyim, çünkü iş için dışarıda bekleyen onca insan varken kişiler artık daha az paraya daha fazla çalışmak zorunda kalırlar. Beğenmeyene anında kapı gösterilir.

Tabii böyle işini yapmakta olan kişilerin işlerini kaybetmesi ülke genelinde yapılan toplam işi (üretimi) azaltır. Çalışanların tedirgin olması ve aynı pozisyonda çalışan kişilerin daha hızlı değişmesi vs. de verimliliği düşürür. Sonuç ülkenin milli gelirinin düşmesi, üretim kapasitesinin de eksik kullanılmasıdır.

MD

1 Ekim 2009 Perşembe

11 Eylül 2009 Cuma

Sonuç ne, oynayalım mı şimdi? - Borsa üzerine (7)

Borsa üzerine yazdığım bu son yazımda Türkiye’deki şu anki durumla ilgili bir iki şey söylemek istiyorum.

Bir krizden çıktık, hatta daha çıkmadık ama son demlerini yaşıyoruz.. İMKB’den geçen yıl çıkan yabancılar yeniden Türk borsasına gelip hisse senetleri aldılar ve tekrar çoğunluğu ele geçirdiler. Hem para politikası hem de maliye politikasını sonuna kadar kullandık, faizleri %10’un altına düşürdük, devlet bütçesinde geçen senenin 6 katından fazla açık verdik.

Krizden dolayı yavaşlayan ekonomik aktivitenin sonucunda enflasyon bir hayli düştü ve bu da Merkez Bankası’na faiz oranlarını düşürebilmek için yeterince alan bıraktı. Merkez Bankası da zaten enflasyonda yükselme eğilimi yok diye dikkatini durgunlukla mücadeleye verdi ve pompaladı parayı, indirdikçe indirdi faizleri. Gerçi bu ekonomideki durgunluğa çok da çare olmadı parasal aktarım kanalları zayıfladığından ama yine de borsaya yeterince itici güç oldu bu faiz indirimleri. Borsamız dibe çöktükten sonra baya bi süredir yükselişte, 2 yıl önceki seviyeleri yakaladı neredeyse. Peki bundan sonra ne olur?

Ekonomik krizden çıktığımız şu günlerde ekonomik faaliyetlerin yeniden canlanmaya başladığını görüyoruz. Buna ayrıca Merkez Bankası politika faiz oranlarındaki indirimlere yavaş yavaş bankaların da kredi faiz oranlarını indirerek tepki vermeleri de eşlik ettiğinde inceden enflasyonist sürecin yeniden başlayacağını düşünüyorum. Bu nedenle Merkez Bankası da enflasynla mücadele için yeniden faizleri arttırmaya başlayabilir. Malumunuz son aylarda maliye politikasını da dibine kadar kullandık ve bütçe açığımızı bir hayli büyüttük. Bütçe açıklarının artmasının sonucu da devletin borçlanma ihtiyacının artması olacaktır. Hazine daha fazla borç talep ettikçe tahvil ve bono faizleri gelecekte yükselecektir. Bu da zaten Merkez Bankası’nın faiz artırımlarını destekleyen bir başka olgu olacaktır.

Bu iki şey bile gelecekte faizlerin yükseleceğinin çok bariz bir göstergesi ki bir de şu an ihraç edilen tahvil ve bonoların faiz oranlarına bakarsak da bu düşüncemizi teyit edebiliriz. Nasıl mı?
Eğer şu an borsada alınıp satılan devlet tahvili ve bonolarının listesini alır ve bunların vadelerine kalan gün sayılarıyla vadelerinde satılmaları halinde elde edilecek getiri oranlarını karşılaştırırsanız (tüm bu tahviller TC Hazinesi tarafından çıkarıldıklarından kaliteleri arasında fark yoktur yani eş değer ürünlerdir, karşılaştırılmaları uygundur) vade uzadıkça getiri oranının da arttığını görürsünüz. Bu şu an için Türkiye’de uzun vadeli faiz oranları kısa vadeli faiz oranlarından yüksek olduğu anlamına gelir. Bu da gelecekte kısa vadeli faiz oranlarının şu anki kısa vadeli faiz oranlarından daha yüksek olmasının beklendiği anlamına gelir (bkz. pozitif yönlü getiri eğrisi****). Yani kısacası benim beklediğim şeyi piyasalar da aynen bekliyor.

Faiz oranları yükseldikçe hisse senedi fiyatlarının da düşmesi kaçınılmaz olacak.
Zaten fiyatların belli bir denge etrafında dalgalandığını da dikkate alırsak şu anda borsanın olması gereken denge seviyesinden yüksek olduğu ve sıra dışı bir şey olmazsa yükselmesinin çok da fazla devam etmemesi gerektiği anlaşılabilir*****. Çünkü, bir ekonomik krizden çıktık, bu kriz boyunca firmalar çok kan kaybetti ve mali yapıları zayıfladı, böylelikle de borsadaki olması gereken gerçek değer geriledi. Buna rağmen özellikle para politikalarının etkisiyle borsa 20,000’lerden tekrar yukarı tırmanarak kriz öncesi seviyelere geldi. Demek ki bu artış gereğinden fazla.

Bu arada borsanın aylardır yükselişte olması çok insanın dikkatini çekti ve bilen bilmeyen herkes bugünlerde borsaya girmeye başladı. Dikkatinize…

Sözün özü, borsa yükseliyor diye hep yükselecek sanmayın, düşüşünün eli kulağındadır her an başlayabilir, bir de gözünüzü seveyim büyük rakiplerinizden 5-0 geride başlayacağınız maça çıkmadan önce bir daha düşünün.

Borsayı öğrenmek isteyen ya da borsada yatırım yapmak isteyen arkadaşlara naçizane düşüncelerimi aktarmaya çalıştım. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

MD


**** Getiri eğrisi (yield curve) konusunda bir yazı yazmayı düşünüyorum ilerde.
***** Ben artık yükselmemesi gerek desem de ekonomide malesef olması gereken şeylerin olmamasını sağlayan pek çok müdahale ve dengesizlikler söz konusu olabiliyor. Bu nedenle eğer bu dediğim şey olmazsa emin olun ki normalin dışında ekstra bir şey gerçekleşmiştir.

Para kazanmak öyle kolay mı? Siz çakalsanız daha çakalları da var.. - Borsa üzerine (6)

Şu ana kadar yeterince borsayı tanıttım. Ama işin, bilmenizi istediğim başka bir yönü var.

Yazımın önceki bölümlerinde gördük ki hisse senetlerinin değeri hem arz ve talebe, hem de ekonominin performansı ile beklentilere bağlı. Bu yapısından dolayı bazı zamanlar hisse senetleri hızla yükselebiliyor, hızla düşebiliyor, bazen hafif bazen de çok güçlü biçimde dalgalanabiliyor.

İşte bu şartlar altında borsada alım satım yaparak kar etmek için sürekli piyasayı izlemek, analiz etmek, tüm haberleri ve bilgileri değerlendirmek, firmaları ve sektörleri yakından takip etmek gerek. Diğer türlü maça 1-0 hatta 5-0 yenik başlıyorsunuz. Bunu yapabilmek için çok zeki ve becerikli olmanızın yanında işi gücü her şeyi bırakıp borsayla uğraşıyor olmanız gerekli diye düşünüyorum. Oysa bir de rakiplerinize bakın, yatırım şirketleri, portföy yönetim şirketleri, aracı kurumlar, bankalar, yatırım fonları vs. bir yanda, çok büyük yatırımcılar diğer yanda.

Finansal şirketler zaten temel amacı bu işi yapmak olan şirketler ve bunların çok sayıda profesyonel uzmandan oluşan birer yatırım ekibi, piyasaları izleyen sistemleri, yazılımları, modelleri var. Büyük yatırımcılar da keza öyle, sırf bu iş için çalışan bir yığın uzmanları var ve her biri ayrı bir şeyi takip ediyor, sabah akşam borsanın nabzını tutuyor. Ortadaki haksız rekabete bakar mısınız? Adamlar fezaya gidiyor, sizse ateş olsanız cürmünüz kadar yer yakarsınız. Bu aklınızda olsun. Siz çakalsanız sizden çok daha çakalları var yani :D Diyeceksiniz ki ben de tutup bir portföy yöneticisine emanet ederim paramı, o değerlendirir. Ona bir şey diyemem. Zaten yatırım fonu falan satın aldığınızda fiilen bunu yapmış oluyorsunuz. Ama tabi o fonu yönetenlere güveneceksiniz, onlar da sanki kendi paralarıymış gibi çaba gösterecekler. Bir de burada yönetim komisyonu ya da yatırım danışmanlığı ücreti ödüyorsunuz bunu da unutmayın.

Küçükseniz, bunlara rağmen yine de kendi başınıza yatırım yapmaya niyetliyseniz en azından ordan buradan gelen tüyolara fazla aldırış etmeyin, çok risk almayın, borsa yükseliyor diye hadi biz de girelim birazcık biz de sebeplenelim yanılgısına kapılmayın bari. Çünkü o tüyoların çoğu hatalıdır, yarısı yalandır hatta amaçlıdır (bkz. Manpülasyon).

Ayrıca borsadaki dalgalanmalarda hiç değişmeyen bir film vardır, borsa düşük seviyelerdeyken akıllı yatırımcılar (işi bu olan finansal kurumlar ve büyük yatırımcılar) hisse senetlerini alırlar, sonra borsa yükselmeye başlar. Borsa yükselirken bu durum küçük enayilerin de dikkatini çeker. Borsa yeterince bi süre yükseldikten sonra enayiler aynen şu mantıkla borsaya girip hisse senedi almaya başlarlar:

“Borsa ne zamandır yükseliyor son bilmem kaç gündür/haftadır/aydır sürekli arttı, kendini ispat etti, artık sittin sene yükselir durur.”

Artık enayiler borsaya girmeye başlayınca büyükler için hisse senetlerini satıp kar etme vakti gelmiştir. Borsa zaten yeterince yükselmiştir ve satış sonucunda bir hayli yüksek karlar edeceklerdir. Ayrıca bunlar akıllıdır, bilirler ki borsa öyle sonsuza dek artmaya devam etmeyecek, bir gün elbet tekrar aşağıya gitmeye başlayacak. Bu nedenle de açgözlülüğün, ya daha da artarsa düşüncesinin zararlı olduğunu, uygun zamanda durmanın en iyisi olduğunu. Nitekim bunlar büyükçe miktarlarda hisseyi satınca yükseliş yavaşlar hatta duraklar. O sırada küçüklerden uyanan uyandı, uyanamayana geçmiş olsun. Ama ben söyleyeyim, az önce dediğim açgözlülük nedeniyle küçüklerden hemen hemen kimse hisse senetlerini satmaz. Adamların kendilerine önceden koydukları satış seviyesi hedefi, bir duraklama noktası yok ki. Böyle olunca da açgözlülükten sonsuza kadar borsa yarın ya yükselirse diye diye karlarını arttırmaya çalışırlar. Bir gün işler iyice tersine gidince de paniğe kapılırlar, borsa dibe vururken hisselerini zararına satarlar. Bu düşük seviyelerden zaten tekrar büyükler alımlara başlarlar. Ve aynı film tekrar baştan oynar durur.

İşte insanoğlunun doyumsuz doğası bu işin böyle sürüp gitmesini garanti eder. Küçükler para kaybedecek ki büyükler kazansın. Yani borsanın altında yatan yapı bu.

1920’lerde o zamanların büyük para babası, yatırım devi Bay Rockefeller’la ilgili bir hikaye duydum. Bir gün New York’ta Wall Street’te ayakkabısını boyatıyormuş. Boyacı çocuk adama sormuş, “Bay Rockefeller, işte şu firmanın iyi olduğunu duydum, bu hisse artacakmış, işte faizler bilmemne olacakmış, devlet bu şirkete el koyacakmış, şu şirket, bu şirket… siz ne düşünüyorsunuz hangi hisse senetlerine yatırım yapmak gerekir.” Rockefeller’ın, daha sonra ofisine gider gitmez ilk yaptığı şey borsada neyi var neyi yoksa hepsini paraya çevirmek olmuş. Zaten kısa süre sonra da güm.! ABD’deki büyük borsa çöküşü. Daha sonra o döneme ilişkin anılarını anlatırken “En sıradan halk bile artık bu borsaya girdiyse, işin b.ku çıkmış demektir.” şeklinde durumu özetlemiş. Kendisine katılmamak elde değil.

Yatırım yaparken durma noktalarınız olacak. %3 kazandığım anda yarısını satacağım, %5 kazandığım anda bir çeyreğini daha satacağım vs. aynı şekilde %1 kaybettiğim anda beşte birini satacağım, %5 kaybedersem yarısını daha satacağım gibi. Kuralalrınız olacak. Yoksa açgözlülüğünüz sizi yer bitirir.

MD

Ekonomide olup bitenlerden banane.. - Borsa üzerine (5)

Şu ana kadar borsa ve hisse senetlerinin temellerini tanıtmaya çalıştım. Şimdi biraz da ekonomi politikalarının borsaya etkilerinden bahsetmek istiyorum çünkü ekonomiye yapılan müdahaleler borsayı ve hisse senedi fiyatlarını doğrudan etkiler.

Örneğin Merkez Bankasının faiz oranlarında indirime gitmesi durumunda gerek kredilerin ucuzlaması, gerekse de halkta meydana gelecek iyimser beklentiler nedeniyle ülkede tüketimin ve yatırımların artması, böylece de milli gelirin artması beklenir. Ekonomik faaliyette ortaya çıkacak bu canlanmanın firmaların karlarını arttırması çok muhtemeldir. Böylelikle hisse senetlerinin gelecekte daha fazla kar dağıtımı söz konusu olur. Ayrıca faiz oranlarında meydana gelen azalmanın gelecekteki kar dağıtımlarının bugünkü değerinin daha da büyümesini sağlayacağı da dikkate alınırsa borsada topluca bir değer artışı meydana gelecektir.

Faiz artırımının da etkisi benzer mekanizmayla borsayı düşürücü olacaktır. Yalnız burada bir şeyi belirtmem gerekiyor. Merkez Bankası faizleri gereğinden fazla indirirse, bu ters tepebilir. Çünkü bu kez,

- Para politikasının inandırıcılığı kaybolacağından parasal aktarım kanalları çalışmaz (sonuç=ekonomik faaliyetler canlanmaz, gelecekteki karlar yükselmez)

- Gelecekte faizlerin aynı şekilde artacağı beklentisi piyasaya hakim olacağından gelecekteki karların bugünkü değeri yükselmez.

Bu durum dikkate alındığında para politikasının ancak faiz indirmek için yeterli boş alan varsa borsa üzerinde beklenen etkileri yaratacağı sonucuna ulaşabiliriz. Eğer Merkez Bankası faizleri gereğinden fazla düşürmüş ve piyasayı paraya boğmuşsa bunun ekonomiye ve borsaya etkileri büyük ihtimalle olumsuz olur.

İkinci olarak maliye politikasının borsaya etkisine bakalım. Örneğin devlet, memur maaşlarını arttırarak, daha fazla ihaleler açarak, firmalara yatırım teşvikleri vererek, alt yapı projeleri yaparak, vergi oranlarında indirimler yaparak kişi ve kurumların harcayabilecekleri geliri arttırırsa gerçekten de ekonomideki toplam harcamalar artar, ekonomik faaliyetler canlanır ve böylelikle milli gelirde bir artış meydana gelir. Bu açıdan harcama arttırıcı maliye politikalarının firmaların gelecekteki beklenen karlarını arttırdığı sonucuna ulaşırız. Ancak bu kez para politikasının aksine faiz oranları düşmez. Bunun birkaç farklı nedeni olabilir. Örneğin;

- Kamunun harcamalarını arttırması ya da vergi gelirlerini azaltmasıyla gerçekleştirdiği bu politika sonucunda devlet bütçesinde büyük açıklar oluşur. Böylece devletin borçlanma ihtiyacı artar. Borç verilebilecek paraların miktarı sabitken bu fonlara talebin artması sonucunda fonların fiyatı (yani borçlanmanın faiz oranı) yükselir.

- Harcamaların artması sonucunda ekonomideki tüm kişi ve firmalar daha fazla para kullanırlar. Ekonomideki para miktarı sabitken ihtiyaç duyulan para miktarı arttıkça paranın fiyatı (yani faiz oranı) yükselir.

Ekonomik faaliyetler canlanırken faiz oranlarının da düşmesi maliye politikasının borsaya birbirine ters olan iki ayrı etki yapması anlamına geliyor. Bu durumda bu iki etkiden hangisi diğerine baskın gelirse borsa ona göre etkilenir. Ekonomik faaliyetlerdeki canlanma çok yüksekken, faizlerde kaydadeğer bir artış olmadıysa hisse senetleri değer kazanır. Faiz oranlarındaki artış daha baskınsa da borsa değer kaybeder.

Müneccim miyiz abi, nerden bilelim hangisi daha baskın diyorsanız bir iki tüyo verebilirim. Eğer maliye politikası uygulanacağı sırada ekonomide milli gelir potansiyel düzeyinden bir hayli düşükse (ekonomi durgunsa), çok fazla atıl kaynak varsa, işsizlik normalden (doğal düzeyinden) yüksekse*** para miktarı ile faiz oranı arasındaki bağlantı kopar. Böylece az önce saydığım etkiler gerçekleşmez, faiz oranı mali politika sonucunda artmaz. Tabi bu durumda canlanmanın etkisi faizin etkisinin üzerinde olacağından borsa olumlu etkilenir. Aksine ekonominin zaten canlı olduğu, pek atıl kaynağın olmadığı bir durumda maliye politikasının sonucu milli gelir artışından ziyade esas olarak faiz oranı artışıdır. Bu halde de borsa maliye politikasından olumsuz etkilenir..

Bunları niye anlattığıma gelince, devletin tüm ekonomiyi etkileyen faiz, vergi, kamu harcaması vs. konularında aldığı ve uyguladığı tüm kararlar ekonomiyi bir bütün olarak etkiler ve eğer borsaya para koyacaksınız bu uygulamaların neye yol açacağını bilmenizde büyük yarar var.

MD


*** Özetle LM eğrisi yatıksa, yani ekonomide Keynesyen koşullar hakimse

Bu borsa niye habire yükseliyor, düşüyor? Hisse senetlerinin değerinin kaynağı ne? - Borsa üzerine (4)

Bu blogda geçmişte yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi fiyatı ya da değeri piyasada belirlenen her şeyin bir gerçek fiyatı vardır bir de o an geçerli olan fiyatı vardır.

O şeyi almak ya da satmak isterseniz bu işlemi o anki fiyatından yapmak durumundasınız. Hisse senedi fiyatları da böyledir. Bir firmanın hak ettiği, gerçekçi fiyatı vardır ancak piyasada işlem gören fiyatı bu değerin altında ya da üstünde olabilir. Burada anahtar nokta anlık fiyatın gerçek fiyat etrafında dalgalanma göstermesidir. Çünkü fiyat uzun vadede gerçek fiyata yaklaşır. Buna göre eğer bir şekilde hisse senedinin gerçek değerini belirleyebilirseniz şu anki fiyatı onla karşılaştırabilirsiniz. Fiyat gerçek değerden düşükse hisse senedini almak daha mantıklıdır, çünkü bu fiyatın zaman içinde gerçek değerine doğru yükselmesini bekleriz. Aksine fiyat gerçek değerin üzerindeyse hisseyi almamanızı hatta elinizde varsa satmanızı tavsiye ederim…

Peki bu gerçek değer dediğimiz şey nasıl belirlenir? Gerçekten zor. Çünkü bu değer asla bilinemeyen ve gözlenemeyen bir şeydir aslında. Biz ancak tahmin ederiz bunu. Hemen tüm finansal varlıkların ve alım satıma konu olan şeylerin değerlemesi üzerine tonla araştırma ve çalışma yapılmıştır. Ama olay nesnel bir şey olmadığından her biri diğerinden farklıdır. Mesela hisse senetleri, firmaların mali verileri incelenerek değerlenebilir. Bu değerlemeye firmanın yönetimi, içinde bulunduğu sektör, ekonominin genel durumuna ilişkin bilgiler de katılarak değerleme daha hassas hale getirilebilir. Ama bu işlemin teknik detaylarına giremeyeceğim. Çünkü bu başlı başına bir çalışma alanı ve uzmanlık gerektiren bir konu. Ben burada sadece hisse senetlerinin gerçek fiyatıyla ilgili genel kabul görmüş bir teoriden bahsedeceğim.

Gordon Modeli adı verilen yaklaşıma göre bir hisse senedinin değeri, en basit şekliyle bu hisse senedinin gelecekte sağlayacağı kar payı gelirlerinin bugünkü değerine eşittir. Bu da en kestirmeden şu anlama geliyor, gelecekte ekonomide, firmada ve sektörde olumlu gelişmeler olacağını düşünüyorsak gelecekte firmanın bolca kar edip kar payı dağıtacağını bekleriz. Bu da hisse senedinin gerçek değerinin artması anlamına geliyor. Ama bu yaklaşımda fiyatı etkileyen bir başka önemli faktör de faiz oranlarının gelecekte ne yönde değişeceği. Eğer faiz oranları (örneğin) yükselirse gelecekte elde edeceğimiz bir paranın bugünkü değeri düşer, bu durumda faiz oranlarında meydana gelecek bir değişme hisse senedinin gerçek değerini ters yönde etkiler. Bu nedenle şu anki faiz oranlarını ve bu faizlerin gelecekte ne yönde değişebileceğini de dikkate almakta fayda var. Örneğin faiz oranlarının gelecekte yükseleceğini bekliyorsanız borsada da düşüş olmasını bekliyorsunuz demektir. Bunu dikkate alın.

Ekonomik faaliyetler ve faiz oranları büyük ölçüde ekonomi politikalarından etkilendikleri için sıradaki yazımda bu konudan bahsedeceğim.

MD

Borsada oynayacam da ne kazanacam hacı? - Borsa üzerine (3)

Bir hisse senediniz varsa bundan birkaç farklı çeşit gelir elde edebilirsiniz;

- Hisse senedinin sattığınız zamanki fiyatı aldığınız fiyattan yüksekse değer artış kazancı ya da sermaye kazancı elde etmiş olursunuz,

- Şirketler her sene yıllık net karlarından (kar ederlerse) bir miktarını hissedarlarına dağıtır. Bir firmanın hisse senetlerinin %1’i size ait diyelim, firma 500,000 TL net kar elde etti ve bunun %30’unu (150,000 TL) dağıtmaya karar verdi, sizin payınıza düşen %1x150,000 TL=1,500 TL, afiyet olsun.

- Hisse senetlerine sahip olduğunuz firma (mesela tüm hisselerin %1’ine sahipsiniz) sermayesini mesela 200,000 TL arttırmaya karar verdi diyelim. Bunun için de yeni hisse senetleri çıkaracak. Her bir hisse senedinin üzerinde 1 TL yazıyor ama borsada bu hisse senedi 7 liradan işlem görüyorsa, sizin var olan payınızdan dolayı yeni çıkan hisse senetlerinin de %1’ini alma hakkınız var. 200,000 TL’nin %1’i 2,000 TL. Yani eğer 2,000 TL öderseniz 1 hisse senedinin üzerinde 1 TL yazdığına göre 2,000 tane yeni hisse senedi alabilirsiniz. Tabi bu senetleri de hemen gidip borsada tanesi 7 liradan satıp 14,000 lirayı cebe atabilirsiniz. 12,000 lira net karınız. Afiyet olsun.

Bu gelirlerden özellikle değer artış kazancı ve kar payı kazancı daha standart gelirler iken en son anlattığım olay (rüçhan hakkı deniyor) biraz daha az rastlanan gelirler.

Eğer hisse senedi alırsanız ara sıra kar payı geliri elde edersiniz, belki arada rüçhan hakkından yararlanır ve oradan da para kazanırsınız, ama bunların hepsinde önce hisse senetlerini istediğiniz gibi istediğiniz zaman alıp satarak değer artış kazancı elde edersiniz. Burası önemli, çünkü genelde borsaya para yatıran kişiler en temelde 2 farklı yöntemi izleyerek para kazanmaya çalışıyor.

Bu yöntemlerin ilki bir ya da birkaç hisseyi satın alıp elde tutmak. Elde tutulan dönem içerisinde kar payından falan arada gelir elde etmek ve günün birinde hisse senedini satmak. Bu yöntemde borsayı ya da ekonomiyi, sektörleri ve firmaları sürekli izlemek zorunda değilsiniz. Hatta alın hisse senedini, alış fiyatınızı bir yere not edin ve sonra hisse senedini unutun gitsin. Fazla birikiminizi bankada ya da başka bir yatırım aracından tutmak yerine borsada tutun gitsin yani.
Aradan aylar hatta yıllar geçtikten sonra ihtiyacınız olduğunda ya da borsa çok uygun bir şekilde inanılmaz yükseldiğinde hisseleri satın ve aradaki değer artış kazancı sizin getiriniz olsun.

İkinci yöntem ise alım satım (yani trade). Alım satım yapanların olayı şu; Sürekli ekonomyi, dış dünyayı, politikayı, gündemi, faiz oranlarını, petrol fiyatlarını, döviz kurlarını ve bunun yanında sektörleri, firmaları takip ederek borsa yükselecek mi düşecek mi ya da hangi firmanın hisse senetlerini alayım hangisininkileri satayım bunları tahmin etmek. Sonra da buna göre sürekli alım satım yaparak kar etmek. Dışarıdan bakıldığında ilkine göre çok daha aktif ve kazançlı bir yöntem gibi görünüyor değil mi. Zaten bizim insanımızın “borsada oynamaktan” anladığı şey de bu. Risk almayı seviyorsanız, tüyolarınız sağlamsa, hisleriniz kuvvetliyse, bilginiz iyiyse ve en önemlisi de şanslıysanız bu şekilde işlemler yaparak çok kısa sürede 3-5bin lirayla başlayıp milyoner olabilirsiniz.

Ama bu o kadar kolay değil. Düşünün bir, tek başınıza takip edeceğiniz bir yığın sektör, bir yığın firma, bir yığın ekonomik gösterge var. Ayrıca ülkemizde ve dünyada gerçekleşen olaylara ilişkin haberleri takip edeceksiniz. Öyle iyi bir analizci olacaksınız ki bu bilgilerin her birini çok iyi yorumlayacaksınız. Ayrıca bir de hisleriniz çok kuvvetli olacak.

Nerde Allah aşkına böyle yatırımcılar? Beş on kişi vardır belki. Zaten onlar da birkaç yılda milyonlarca dolar kazanıp sonra o adrenaline alışıp işi tadında bırakamıyorlar ve şak diye bir işlemde yılların birikimini batırıyorlar. Neyse onları geçtim. Bizim saftirik vatandaşımız hiçbir bilgisi olmadan onun bunun tüyosuyla para kazanmaya çalışır. Sonra da bir güzel öpülüp kalır ortada.

Gördüğünüz gibi borsada kazanmak için hisse senetlerinin değerlerini tahmin etmek, bu değerleri nelerin etkilediğini bilmek lazım. Ben de bir sonraki yazımda bunu anlatıyorum işte :)

MD

Ee nasıl oynanır bu borsada? - Borsa üzerine (2)

Paranızı borsada değerlendirmek mi istiyorsunuz?
Bunu nasıl yapacağınızı biliyor musunuz peki? Anlatalım o zaman...

Mesela borsaya 1,000 TL yatırmak istiyorsunuz,

- Ya gidip bir tane hisse senedi alacaksınız, mesela 1,000 liralık THY ya da 1,000 liralık Doğan Holding hisse senedi,

- Ya kafanıza göre birkaç tane hisse senedi alacaksınız 300 liralık THY, 250 liralık Doğan Holding, 450 liralık Bank Asya,

- Ya da bir yatırım fonuna (A tipi endeks fon en uygunu) örneğin Garanti Yatırım tarafından oluşturulan A tipi endeks fonuna 1,000 lira yatıracaksınız.

Sonra da bekleyeceksiniz fiyatların değişmesini, ama merak etmeyin bunun için en fazla birkaç saniye bekleyeceksiniz**. Çok kısa süre içinde bu hisse senetlerine ait fiyatlar değişecek ve artık 1,000 liraya her ne aldıysanız artık onun değeri 1,000 lira olmayacak. Belki 999.95 lira belki 1,001.00 lira. Daha fazla beklerseniz belki 779.62 lira belki de 1773.00 lira olacak. Yeterince uzun (yıllarca) beklediğinizde 1,000 liralık hisse senedinizin 1 milyon lira olması da muhtemel. Tabi hisse senedini aldığınız firmanın iflas etmesi ve 1,000 liranızın bir bardak suya dönüşme olasılığını da unutmayın.

Tek bir hisse senedi alırsanız o firmada olabilecek her türlü riski de üstlenmiş yani bir anlamda sermayeyi kediye yüklemiş olursunuz. Birkaç hisse senedi alırsanız bu firmalardan bir ya da birkaçında kötü performans hatta iflas olsa da diğer firmalarda da paranız olduğundan aldığınız risk sınırlanır. Olumsuz bir durumdan daha az etkilenirsiniz. Tüm yumurtaları aynı sepete koymadığınız için br sepet delinse bile diğer yumurtalarınız güvende olur. Tabi aksine firmalardan biri bomba performans gösterirken diğerleri normal performans gösterirse de kazancınız sınırlı olur.

Bir yerine birkaç hisse senedine yatırım yapmaya çeşitlendirme diyorlar. Çeşitlendirmenin daha ileri bir hali de A tipi endeks fona yatırım yapmak. A tipi endeks fon dediğimz şey, paranızla sizin yerinize bir finansal kurumun İMKB’de tüm şirketlere, en iyi 100 şirkete, en iyi 30 şirkete ya da belli bir özelliği taşıyan tüm şirketlere ait hisse senetlerini alarak bu portföyü (yani hisse senedi topluluğunu) alıp satması, yönetmesi. Zaten bu endeks fonlar nerdeyse bire bir İMKB endeksi gibi hareket ederler. Bu durumda artık yumurtalarınız iyice güvende. Ama kazancınız da o oranda düşük, bazı hisseler kazandırıp bazı hisseler kaybettirirken. .

Bu arada güvende dememe tamamen de güvenmeyin, aslında sadece bazı sepetlerin delik olması riskine karşı güvende. Yoksa sepetleri topluca devirecek bir deprem olması gibi bir riske karşı güvende değil. Tüm şirketleri toplu halde etkileyen bazı gelişmeler tüm hisse senetlerinin değerinin topluca düşmesine ya da topluca artmasına yol açabilir. Endeks fon aldığınızda belki firmadan firmaya değişen ve firmaların kendi iç yapısından kaynaklanan riskleri bertaraf etmiş oluyorsunuz ama hiçbir şekilde tüm ekonomiyi sistematik olarak etkileyen olaylardan korunmuyorsunuz. Örneğin başbakan ile genelkurmay başkanı kavga eder, eyvah politik istikrarsızlık olacak ülkede korkusuyla herkes hisse senetlerini satmaya başlarsa tüm hisse senetlerinin fiyatları topluca düşebilir. Bu nedenle borsaya yatırım yaptığınızda tüm ülkede olup biten siyasi ve ekonomik gelişmeleri de takip etmenizde fayda var.

Sıradaki yazıda biraz daha borsa kavramını tanıtmaya devam etmeyi ve bir hisse senedi aldığınızda ne tip gelirler elde edebileceğinizi anlatmaya çalışacağım.

MD


** Borsanın temel espirisi bu zaten, alımı satımı yapılan şeylerin fiyatları sürekli olarak değişir.

Nedir bu borsa Allah aşkına? - Borsa üzerine (1)

Yazılarıma çok uzun bir süre ara vermiştim. Tembelliğe çok fazla alışmıştım. Zaten belli bir süre yazmayınca artık tekrar yazması hepten zorlaşıyor. Neyse ki birdenbire bir şevk geldi oturdum bilgisayarın başına ve borsa üzerine bir yazı yazmaya karar verdim.
Neyse yazı bitti ama çok uzun olduğundan parçalara bölmeye ve sanki bir yazı dizisiymiş gibi yayınlamaya karar verdim. Yazıların bazı bölümleri ekonomi, finans, borsa gibi konularda zaten bilgisi olan arkadaşları sıkabilir zira bilgisi olmayan arkadaşların da okuyup fikir sahibi olabilmeleri ve büyük resmi her açıdan görebilmeleri için gerekli olduğunu düşündüğüm her türlü temel bilgiyi de vermeye çalıştım. Bilgisi olan arkadaşlar bu açıdan 2 ve 3. yazıyı direkt pas geçebilirler :)

Neyse biz işimize dönelim.

Borsa da son 1 yıldır iyi kazandırdı değil mi… Geçen sene sonlarında İMKB 100 endeksi 21 binlerde geziyordu. 20.11.2008 tarihinde 21,228 ile minimuma ulaşmıştı. En son bugün 44,924’ten kapandı. Aşağı yukarı 10 ayda %112 kazandırdı yani. Yıllık eşdeğeri %154 kar.

Valla sağlam kar.. Bu durum insanların borsaya merakını arttırdı. İlgilenenlere bu konuda naçizane bilgi ve düşüncelerimi aktarmak, yol göstermek istiyorum.

Borsa kavramını hiç bilmeyenler için biraz tanıtmama izin verin, bilenlerin okumasına gerek yok. Borsa (menkul kıymetler borsası) pek çok sayıda firmanın hisse senetlerinin halk tarafından alınıp satıldığı bir yer. Bir hisse senedi alınca o firmaya ortak oluyorsunuz, yönetiminde oy hakkınız oluyor, karından pay alıyorsunuz. Firmanın sahibi oluyorsunuz bir yerde*. Borsa endeksi dediğimiz şey borsada hisse senetleri alınıp satıln (işlem gören ya da kote olan da denir, hepsi aynı şey) firmaların ortalama değerinin belli bir güne göre bugün kaç olduğunu gösteren bir gösterge. Örneğin bizim borsada Ocak 1986’da tüm hisse senetlerini içeren endeksin değeri 1 kabul edilmiş, bugünkü eşdeğeri ise 45bin olmuş. Demek ki 23 senede 45bin kat artmış hisse senetlerinin ortalama değeri. Yani önemli olan endeksin değeri değil dün kaçmış da bugün kaç olmuş, aradaki değişim. Neyse, başta da dediğim gibi borsa son bir yılda sağlam performans göstermiş.

Borsa aslında bir ikinci el piyasası. İkinci el oto piyasası ya da ikinci el cep telefonu piyasası gibi borsa da bir ikinci el hisse senedi piyasası. Firmalar hisse senetlerini çıkarıp piyasaya sürüyorlar, bu (sıfır kilometre) hisse senetlerini alan yatırımcılar karşılık olarak firmalara para ödüyorlar. Bu noktadan sonra artık borsanın rolü başlıyor.

Firmadan aldığı hisse senedini satmak isteyen kişi ikinci el piyasası olan borsaya gidiyor ve ve hisse senedini satıyor. Tabi o an hisse senedinin ederi ne ise o fiyattan. Normal ikinci el piyasalara göre hisse senedi ikinci el piyasasının farkı şu, hisse senedi araba gibi telefon gibi aşınan eskidikçe değeri kybolan bir fiziki eşya değil, yine araba gibi telefon gibi biri diğerinden farklı olan arızalanan bir eşya değil. Bunun yanında hisse senedini satmak için müşteri bulmak borsa sayesinde çok kolay ve maliyetsiz. Kısacası bu gibi nedenlerle bu ikinci el piyasada fiyatlar sıfıra göre düşük değil. Sıfırdan hiçbir farkı yok. Böyle işler bir ikinci el piyasa olması sayesinde hisse senedinin sıfırına olan talep de artıyor tabi, çünkü isteyen daha sonradan hiç zorlanmadan ve değer aşınması olmadan bu malı elden çıkarabilme lüksüne sahip.

Sıradaki yazıda borsada yatırım yapmak için ne yapmanız gerektiğinden bahsedeceğim..

MD


* Tek bir hissesini aldığınız bir firmanın bile genel kuruluna giderseniz üşenmeden, o 1 paya karşılık gelen oyu kullanabilirsiniz firma karar alırken, tabi firmanın muhtemelen 100bin tane hissesi falan olduğundan altı üstü 1 oy ile ne yapabilirsiniz o ayrı mesele..

3 Ocak 2009 Cumartesi

İlk görüntüye her zaman aldanmamak gerek... J eğrisi.

Daha önce Marshall Lerner koşulundan ve ithalat/ihracat talep esnekliklerinden bahsetmiştim.

Şimdi de devalüasyon ve dış ticaret açığının kapanması ilişkisinde çok sık rastlanan bir durumdan bahsetmek istiyorum.

Kısa vadede genellikle ithalat ve ihracat talepleri pek esnek değildir. Kur değişmelerine dış ticaret yapan firmalar çok hızlı bir şekilde tepki gösteremezler. Yürülükte olan anlaşmaları bozmak, mevcut iş bağlantılarını değiştirmek, yeni bağlantılar bulmak, üretim düzeyini anında değiştirmek kolay değildir. Bu nedenle kısa vadede ne ithalat talebi ne de ihracat talebi pek esnek değildir. Kurlar ne kadar değişirse değişsin ithalat ya da ihracat miktarları pek değişmez. Bu nedenle kısa vadede bu esneklikler toplamı sıfıra yakındır ve kurların yükselmesi, dış ticaret dengesini iyice bozar.

Uzun dönemde ise yukarıda saydığım her şey değişebilir ve kur değişimlerine göre firmalar her türlü ihracat ve ithalat kararlarını değiştirip uygulamaya geçirebilirler. Bu sayede uzun dönem esneklikler toplamı daha yüksektir ve bu toplam 1'i aştığında dış ticaret dengesindeki düzelme belli bir gecikmeyle de olsa gerçekleşebilir.

Burada dış ticaret dengesi J şekline benzer yol izler, zaman içinde kısa süre daha da kötüye gider, sonra belli bir noktadan sonra düzelmeye başlar ve eski seviyesini de aşar(eğer gerekli koşullar sağlanıyorsa). Bu nedenle bu olguya J eğrisi adı verilir.

Baştaki bozulma eğer yanlış yorumlanırsa ekonomi yönetimince ciddi hatalar yapılabilir.

Burada önemli olan kısa dönemdeki bozulmayı iyi idare edebilmek ve uzun dönem esneklikler toplamının 1'i aşıp aşamayacağını kestirmektir.

Benim geçmişte okuduğum bir çalışmada Türkiye'nin kısa dönem esneklikler toplamı nerdeyse sıfır, uzun dönem esneklikler toplamı da 1'e çok yakın bulunmuştu. Bu da uzun dönemde bile kur artışının sorunumuza çare olmayacağını gösteriyordu.

Daha önce de yazdığım gibi dış ticaret açığını ve hatta üke ekonomisini geliştirmek için kur, para, faiz, vergi vb. gibi araçlar yerine gerçek anlamda uğraş vererek potansiyelimizi ortaya koymalıyız. Burada son söz olarak önceki yazımın son paragrafını aynen tekrarlamak istiyorum:

"İhracatınızı gerçek anlamda sağlam ve kalıcı olarak arttırmanın yolu elbette ki teknoloji geliştirmekten, üretiminde diğer ülkelere göre (izafi olarak) üstün olduğunuz malları üretmekten, talebi ve parasal değeri yüksek olan veya gelecek vaat eden malları üretmekten, iyi yurtdışı bağlantılar yapmaktan, marka üretmekten geçer. Önemli olan yüksek katma değerli malları üretip dış aleme satabilmektir. Bu hem toplumun (özellikle işletme sahiplerinin) iş ahlakına, ülkenin bilim düzeyine, araştırma – geliştirme faaliyetlerine verilen öneme hem de devletin özellikle maliye ve dış ticaret politikalarının ihracatı destekleyici, teşvik edici olmasına bağlıdır. Benzer şekilde ithalatı kısmanın yolu bireylerin lüks ithal malların tüketiminden azami ölçüde kaçınmasına, yükte hafif pahada ağır malların (ipod, laptop, lüks saat vb. gibi üretilmesinde çok az emek faktörüne karşılık hatırı sayılır miktarda sermaye ve inanılmaz yüksek oranda bilgi faktörü gerektiren küçük hacimli ama pahalı mallar) üretiminin yurtiçinde de gerçekleştirilebilmesine, özellikle imalat endüstrisindeki dışa bağımlılığın ortadan kaldırılmasına bağlıdır. "

MD

28 Aralık 2008 Pazar

Merkez Bankasına neden inanayım ki? Zaman tutarsızlığı problemi.

Kişinin tercihinde zaman içinde ortaya çıkan değişmeye zaman tutarsızlığı deniyor. Yani iki ayrı zamanda, aynı kişinin aynı konudaki düşüncesinin veya tercihinin aynı olmaması.

Eşiniz, hiç ona evlilik yıldönümünüzde, yemekler yapıp romantik bir masa hazırlayarak sürpriz yapmadığınızdan yakınıyor. Sonra gün geliyor bu masayı hazırlıyorsunuz ama bu sefer de “beni dışarı çıkarmanı umuyordum, evde kös kös oturacağımızı hiç tahmin etmiyordum” deyip suratını asıyor. Kadın normalde eşinin kendisine emek vererek ve uğraşarak bir sofra hazırlamasını çok önemli bulurken, sürprizin olduğu gün belki tamamen içinde bulunduğu moddan (güne has koşullardan) belki de bu konudaki tercihinin kalıcı olarak değişmesinden* dolayı artık bu “çok güzel hareket”i beğenmemesi bir nevi bir zaman tutarsızlığı vakasıdır.

Zaman tutarsızlığı olgusu kişinin diğer kişi(ler) üzerindeki inandırıcılığını azaltır. Gerçi örneğimizdeki durumda kadına kocası genelde dengesiz ya da sağın solun belli olmuyor der ama bu konumuzun tamamen dışında. Adamın gözünde kadının istekleri belirsizleşir. Kadın ilerde bir gün ben şöyle bir şey istiyorum, böyle bir şey istiyorum, evimizi şu renge boyatmak istiyorum vs. dediği zaman adam normalde sırf onu mutlu etmek için tamam sevgilim, öyle olsun diyecekken, acaba gene dengesizliği tutar da duvarları boyatınca gene beğenmez de huysuzlanır mı diye geçirir kafasından.

Bu konuda Gregory Mankiw’in güzel bir örneği vardır, aktarmak istiyorum. Teröristlerle devletin rehine pazarlığı yapması ile ilgili bir örnek. Pek çok ülkede bu konudaki devlet politikası teröristlerle rehine pazarlığı asla yapılmaz şeklindedir. Böyle bir politikanın duyurulmasının sebebi teröristlerin bu işe hiç girmemelerini sağlamaktır; çünkü eğer sonuçta birilerini kaçırıp rehin almaktan herhangi bir şey kazanmayacaklarsa rasyonel teröristler kimseyi kaçırmaz. Yani bir başka deyişle bu politikanın duyurulmasının amacı teröristlerin önce beklentilerini sonra da bu yolla davranışlarını etkilemektir. Eğer kamu otoritesi katı bir şekilde bu politikaya bağlı kalmazsa, politikadan beklenen sonuç pek de oluşmaz. Ancak bu durumda teröristler, bu politikaya rağmen eğer birilerini kaçırırlarsa kamu otoritesinin üstünde bir baskı hissedeceğini ve (günü kurtarmak için) rehinelerin serbest bırakılması konusunda bazı girişimlerde bulunacağını bilirler. Rasyonel teröristlerin bu işe girişmelerini kesin olarak önlemenin tek yolu kamu otoritesinin elinden bu konudaki karar verme esnekliğini almak ve teröristlerle pazarlık yapılmaz kuralını kesinlikle çiğnenemez bir biçimde uygulamaktır. Eğer gerçekten kamu otoritesi ne olursa olsun bu gibi durumlarda inisiyatif alıp pazarlık masasına oturamazsa, teröristler de rehine kaçırmanın getirisinin sıfır olduğunu belleyecekler ve bu işlere hiç girmeyeceklerdir.

Zamandan zamana, durumdan duruma düşünceler, öncelikler, tercihler değişmezse kamunun inandırıcılığı ve dolayısıyla beklentileri etkileme gücü maksimum düzeye çıkar.

Zaman tutarsızlığı problemi ekonomide genelde para politikasını uygulanmasında söz konusudur. Günümüzde para politikasının ekonomiyi etkileme kanallarından belki de en önemlisi beklenti kanalıdır. Merkez bankası bir hedef belirleyip o hedefe uygun olarak para politikası araçlarını kullanır. Eğer merkez bankası hedefe sürekli olarak ulaşamıyorsa veya hedefe ulaşmak için uygulaması gereken para politikasına uygun olmayan işlemler yapıyorsa halkın gözünde inandırıcılığı ve bu nedenle de beklentileri etkileme gücü azalır. Beklentileri etkileyemediğinde bir hedefe varabilmek için harcadığı çabanın maliyeti daha artar**.

Bugünlerde dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunda merkez bankaları monetarist ekolün etkisi altında. Para politikasının ekonomik büyümeyi, tam istihdamı sürekli olarak sağlayamayacağı, parasal genişlemenin uzun vadede tek etkisinin artan fiyatlar olacağı düşünülüyor (bkz. Beklentileri İçeren Philips Eğrisi Analizi). Bu nedenle de merkez bankaları sadece enflasyonla mücadeleyi temel amaç olarak alıyorlar. Enflasyon kontrol altına alındığında ve düşük seviyelerde istikrara kavuşturulduğunda belirsizlikler ve risklerin ortadan kalkacağı, finansal piyasaların daha sağlıklı işleyeceği, bunun da büyüme ve tam istihdamı kalıcı bir biçimde destekleyeceği düşünülüyor.

Özellikle enflasyon hedeflemesi rejimi uygulayan Türkiye gibi ülkelerde beklenti yönetimi bir merkez bankasının en önemli para politikası uygulamasıdır. Eğer merkez bankası enflasyonu kontrol altına alacağını vaat ediyorsa kamuoyuna bu hedefine nasıl ulaşacağını da açıklar. Bu açıklama kamuoyunca inandırıcı bulunursa beklentileri etkilemeyi başarır.

Fiyat istikrarını hedefleyen banka herhangi bir nedenle sonradan ekonomik büyümeyi ya da tam istihdamı desteklemek üzere para politikasını gevşetirse kendisine inananları bir nevi kandırmış olur. Bu tam anlamıyla bir zaman tutarsızlığı durumudur. Merkez bankasının enflasyona izin vermeyeceğini düşünerek her türlü faaliyetini ona göre ayarlamış olanlar aldatılmış olurlar. Bu politika sonucunda doğal olarak enflasyon hedefinden sapma da görüldüğü anda para otoritesinin inandırıcılığı ciddi zarar görür. Gelecek dönemlerde beklentileri etkileme gücü azalır.

Şu an TCMB’nin ekonomik beklentileri yönlendirme gücünde hem başarısız enflasyon sonuçları, hem fiyat istikrarının iyiden iyiye ikinci plana atılması, hem de kredi kanallarında ortaya çıkan tıkanmalar nedeniyle bariz bir zayıflama var. Bugün Türkiye’de kimse beni seneye %6,5’lik enflasyon hedefinin tutacağına inandıramaz. Kredibilite çok zor elde edilen ama çok kolay kaybedilen bir şey.

Bu konuya devam edeceğim.

MD



* Kadının tercihinin kalıcı olarak değişmesi: Emekmiş, düşünceymiş bunlara önem vermeyip, gösteriş, eğlence vb. gibi şeylerin artık o kadın için öneminin artması; somut şeylerin soyut duygu ve düşüncelere baskın gelmesi; kadının fayda fonksiyonundaki katsayıların değişmesi gibi nedenlerle olabilir.

** Hedefi tutturmanın maliyeti: Kısa vadede enflasyonla istihdam arasında bir seçim yapmak gerekir, enflasyonu düşürmek için işsizliğin artmasına ve iktisadi faaliyetlerin azalmasına razı olmak gerekir. Ya da işsizlik oranını düşürmek için enflasyonun artmasına göz yummak gerekir. Günümüz merkez bankacılığı anlayışı enflasyonla mücadele olduğundan ilk durumu ele alalım, Merkez Bankası ne kadar inandırıcı ve beklentiler üzerinde etkiliyse o kadar az faiz artırımı ve o kadar az iktisadi faaliyet kaybıyla enflasyonu düşürebilir. İnandırıcılığı olmayan bir merkez bankası ise, söz gelimi, kısa vadeli faiz oranlarını 3 – 4 puan arttırarak anca enflasyonda 1 puanlık düşüş sağlayabilir. Bundan dolayı enflasyonu düşürmenin iktisadi faaliyette büyük miktarda kayıp, işsizlikte önemli miktarda artış, reel faizlerde aşırı yükselme gibi maliyetleri oluşur.

Faiz üzerine (1)

(Not: Niyetim kesnlikle fetva vermek değildir, faizin yanlış anlaşılan bir yönünü ortaya koymak tek amacımdır bu yazıda)
Faiz, sıkça tartışılan ve ne olduğu konusunda tam olarak uzlaşmaya henüz varılamamış bir kavram.

Kimine göre faiz bugünkü tüketimden vazgeçmenin bedelidir (imsak teorisi). Elinizde para var, parayı harcayarak bir şeyler satın alabilir ve her ne aldıysanız onu tüketerek fayda sağlayabilirsiniz. Ama eğer o parayı daha sonra geri almak üzere birine verirseniz, hem o süre içinde satın alma gücünden mahrum kalırsınız, hem hayat belirsiz belki ölürsünüz ve parayı hiç kullanmamış olursunuz, belki parayı verdiğiniz kişiden geri alamazsınız, belki paranın satın alma gücü düşer aynı parayla daha az şey satın alabilirsiniz… Belki parayı işletecek ve o süre içinde daha fazla gelir elde edecektiniz, parayı başkasına kullandırttığınızda bu kardan mahrum kalacaksınız. Bu kadar fedakârlığın elbet bir bedeli olmalıdır.

Kimisi faizden söz ederken, elinde parası olanın zor durumdakine parayı kullandırtmak karşılığında istediği fahiş avantayı kasteder. Yani bir nevi tefecilerin yaptığı zavallıları yolma işlemindeki acımasız bedeli. Şimdilik faizin bu haksız ve acımasız güdülerle uygulanmadığını ve fahiş düzeyde olmadığını, tam olması gereken düzeyde olduğunu düşünelim.

Modern dünyada normal ekonomik rejimlerde faiz denince akla gelmesi gereken şey ekonominin dişlileri arasına dökülen yağ olmalıdır. Faiz yoksa ortada finansal sistem de olmaz. Dişliler zor döner, dönerken aşınır, yıpranır, kırılır, makine bozulur. Bunun getireceği tek şey ekonomide ilkelleşmedir.

Daha önce bankaların olmaması durumunda ekonominin nasıl olacağı konusunda bir şeyler yazmıştım. Faizin olmaması bankaların olmamasını da beraberinde getireceğinden orada bahsettiğim her türlü olumsuzluk bu durumda ortaya çıkacaktır. Yani dolaylı finansman sistemi* otomatik olarak sıfırlanacaktır. Ancak faizin eksikliği, ekonomideki payı zaten çok az olan, doğrudan finansmanı da minimum düzeye indirecektir çünkü kimse gelecekte alacağı 1 lirayı bugün alacağı 1 liraya tercih etmeyecektir. Ancak çok güvenilen, sevilen kişilere olabildiğince az miktarda ve çabuk geri almak üzere borç verilmesi söz konusu olacaktır.

Eğer faiz sayesinde, aklında çok verimli ve yüksek katma değerli iş fikirleri olan kişiler borç alabiliyor ve bu parayı kullanarak iş yapıyor, yatırım yapıyor, dükkan açıyor, fabrika açıyor, iş büyütüyor, istihdam yaratıyor, ülkenin atıl kaynaklarını faaliyete geçiriyor, devlete vergi geliri yaratıyor, ülkenin iktisadi refahına katkıda bulunuyorsa;

Eğer faiz sayesinde, aslında iyi çalışan, iyi işleyen, istihdam yaratan, devlete vergi geliri sağlayan işletmeler rahatlıkla borç bularak çeşitli dönemsel olumsuz koşullardan kaynaklanan geçici nakit sıkıntısı gibi nedenlerle pisi pisine batmak gibi risklerden kurtuluyorsa;

Eğer faiz sayesinde, kişiler acil ihtiyaçları için borçlanarak büyük zararlar görme riskinden korunabiliyorsa, şimdi tüketmenin gelecekte tüketmeyi beklemekten çok daha faydalı olacağı durumlarda kişiler rahatlıkla borçlanabiliyor ve (ömür boyu toplam) faydalarını maksimize edebiliyorlarsa;
Eğer faiz sayesinde, elinde ihtiyacından fazla parası olup bu parayı verimli bir şekilde kullanabilecek yeteneği olmayan kişiler (ya da para miktarının küçüklüğünden dolayı verimli kullanılması mümkün olmayan durumları da düşünebiliriz) bu paralarını güvenle borç verebiliyorsa faizin toplumsal faydayı bozan bir olgu olduğunu söylemek pek mantıklı olmaz.

Kısacası faiz olgusu sayesinde daha çok işyeri açılıyor, daha çok para kazanılıyor, daha çok üretiliyor, daha çok iş bulunuyor ve daha çok tüketiliyor, refah ve yaşam standardı artıyor.

Bu yönüyle faizin, fonların ekonomi genelinde verimsiz alanlardan verimli alanlara akmasını sağlayan çok önemli bir araç olduğu açıktır. Faiz, kendisi belki “anaparaya eklenen maliyet” tanımından yola çıkarsak ekonomiye giren ek bir yüktür, belki çalışmadan kazanılan paradır** ancak ekonomik işleyişin verimliliğini kat kat arttıran bir araç olması ve böylelikle ülkenin toplam iktisadi refahını da kat kat arttırması nedeniyle faydası maliyetinden fazladır.

Düşünüyorum da beyaz yakalı çalışan diye tabir edilen (beyin işçileri) kişilerin faiz kavramından ne farkı var? Faiz ne kadar erdemliyse, etikse, ahlakiyse biz beyaz yakalıların varlığı da en fazla o kadar erdemli, etik ve ahlaki. Bir fabrikada malları üretenler işçilerdir. O fabrikada çalışan mühendis tutup kollarını kullanarak üretim yapmaz. Genellikle masasında oturur, terlemez, ama bilgisayarında yaptığı hesaplarla, dizayn ettiği şeylerle 200 işçinin yapacağı üretimi 100 işçinin yapmasını sağlar. Bu mühendisin maaşı eğer 100 işçi maaşı veya daha üzerinde değilse “hiçbir iş yapmadığı” halde fabrikaya faydası vardır.
Faiz üzerine söylemek istediğim birkaç şey daha var, devam edeceğim.
MD

* Dolaylı finansman sistemi: Fonların, elinde kullanmadığı fazla parası olanlardan karlı/verimli iş yapmak veya (optimal tüketim zamanlamasını yakalamak üzere) tüketmek amacıyla para ihtiyacı olanlara bankalar ve diğer finansal kuruluşlar aracılığıyla güvenli, hızlı ve verimli biçimde akması.

** Çalışmadan kazanılan para: Aslında öyle değildir çünkü bankaya borç verilen para o parayı kullanarak gelir ya da fayda elde edecek olan kişi ya da işletmeye bir nevi sermaye konulmasıdır. Sermaye en az girişim ve emek kadar önemli bir üretim faktörü olduğuna göre ve o sermaye geçmişte kazanılan paraların bugünkü toplamı olduğuna göre faize karşılıksız kazanç demek pek kolay değildir.

26 Aralık 2008 Cuma

Enflasyon vergisi

(Not: 13 Kasım 2008'de yazıldı. Girişteki tanım kısmen alıntıdır)

Para, parayı basıp piyasaya süren devlet açısından yükümlülük, parayı elinde tutan ve kullanan kurumlar ve kişiler açısından ise bir varlıktır. Enflasyon, paranın satın alma gücünü düşürdüğü için parayı ihraç eden devletin yükümlülüğünü, parayı elde tutanların ise varlığını reel olarak azaltır. Bu anlamı ile enflasyon, gelir elde eden açısından vergi özelliği taşımakta, dolayısıyla vergi gibi satın alma gücünün devlete transferine neden olmaktadır.

Kısacası enflasyon vergisi, elinde para bulunduranların fiyatlardaki artıştan dolayı satın alma güçlerinin enflasyon nisbetinde ellerinden çıkmasıdır.

Enflasyon vergisini daha ziyade düşük gelirli kesim, sabit gelirli çalışanlar ve fiyatı doğru belirleyemeyenler öder.

Düşük gelirli kesim parayı faiz ve benzeri finansal araçlara yatıramayıp yalnızca harcamalarında kullandığından dolayı fiyatlardaki genel bir artış (enflasyon) doğrudan düşük gelirliyi etkiler. Oysa yüksek gelirli kesimin elindeki para enflasyona paralel olarak finansal araçların nominal getirisinin artmasıyla değerini korur. Böylelikle enflasyon vergisi pek yüksek gelirliyi vurmaz.
Sabit gelirli kişiler, örneğin memurlar ve işçiler (genelde aynı zamanda düşük gelirli grubuna dahildirler ayrıca), yaptıkları iş sözleşmelerinde yazan parayı her ay elde ederler ancak iş parayı harcama tarafına geldiğinde mal ve hizmet fiyatlarını bağlayan herhangi bir şey yoktur. Bu nedenle enflasyonda bu kişilerin gelirleri artmaz, giderleri artar. Maaşlar eşel-mobil sistemi gibi birebir enflasyona endeksli değilse sabit gelirliler enflasyon vergisinden birebir nasibini alırlar.

Fiyatları doğru belirleyemeyenler enflasyon vergisine maruz kalır. Gelecekte belli bir periyoda yönelik sonuç doğuracak her türü sözleşme yapanlar enflasyon vergisi ödeme ihtimali ile karşı karşıyadır. Örneğin, iş sözleşmesi yapan bir işçi belli bir aylık ücret üzerinden işverenle anlaşır, bankaya para yatırıp mevduat hesabı açtıran bir kişi gelecekte belli bir tutarda faiz almak üzere bankayla anlaşır, kira sözleşmesi yapan bir ev sahibi sözleşmede yazan kira tutarını her ay almak üzere kiracısıyla anlaşır. Elbette ki bu anlaşmalar yapılırken taraflar gelecekte eflasyon olgusunu da dikkate alırlar ve fiyatı ona göre belirlerler. Buna rağmen enflasyon bu anlaşmaları yapan kişilerin bekledğinden yüksek olursa işçinin elde ettiği ücret, mudinin elde ettiğ faiz geliri, evsahibinin elde ettiği kira geliri reel olarak elde etmeyi umduklarının altında kalır. Böylece enflasyonu yanlış fiyatlayanlar enflasyon vergisine maruz kalır.

Enflasyon gelecekte elde edilecek gelirler konusunda her daim dikkate alınmalıdır. Bundan 10-15 sene önce bankalar yıllık %100 faiz veriyorlardı şimdi ise %15 veriyorlar buna göre eskiden bankaya para yatırmak daha mı karlıydı? Ya da o zamanlar ücretler yılda %50 artıyordu şimdi %10 artıyor, eskiden patronlar maaşlara daha mı iyi zamlar yapıyorlardı da 5-6 senedir ekonomi bozuldu, piyasanın tadı tuzu yok diye az zam yapıyorlar?

MD

TCMB'nin (1.25 puanlık) faiz indirimi ekonomimizi nasıl etkiler? Parasal Aktarım Mekanizması

(Not: 21 Aralık 2008'de yazıldı)

Televizyonlarda sıkça duyuyoruz, FED faizleri bilmemkaç baz puan indirdi, TCMB faiz indirimine gitti vs. Peki merkez bankaları bu oranları neden değiştiriyor? Neyi amaçlıyor?

Ülkemizi ele alalım. TCMB, para politikasını uygulamak üzere gecelik borçlanma, gecelik borç verme, geç likidite imkanı (borç verme ve borç alma şeklinde), İMKB repo-ters repo pazarında uygulanan (ters) repo faiz oranını ve reeskont faiz oranını belirler. Bu oranların tamamı kısa vadeli faiz oranlarıdır.

Gecelik borçlanma faiz oranı TCMB’nin ticari bankalardan (Akbank, İş Bankası, Finansbank, Halkbank vs.) 1 gün vadeli borç (kredi) alması karşısında ödeyeceği faiz oranı. TCMB ilan eder bu oranı ve fazla fonu olan banka getirip bana bu faizden verip parayı o günlük değerlendirebilir der. (Önceki gün %16.25’ten %15’e indi)

Gecelik borç verme faiz oranı: TCMB’nin ticari bankalara geçici nakit sıkıntıları olması durumunda 1 gün vadeli (yani gecelik) vermeyi taahhüt ettiği borca uyguladığı faiz oranıdır. (önceki gün %18.75’ten %17.5’e indi)

Geç likidite penceresi: TCMB’nin normal olarak bankalar arası para piyasasında gecelik borç alması ve gecelik borç vermesi işlemleri 09:00 – 16:00 arasında gerçekleşir (yani eft sisteminin çalıştığı saatler). Eğer bir banka bu normal saatler içinde işlem yapmayıp nakit ihtiyacı veya nakit fazlası sonradan çıkarsa saat 16:00 – 17:00 saatleri arasında geç likidite imkanından yararlanır. Yani geç likidite imkanları gecikmeli olarak gecelik borçlanma ya da borç verme işlemleridir. Tabi bu nedenle faiz oranları ticari bankalar için daha dezavantajlıdır. (saat 16.00–17.00 arası gecelik vadede uygulanan Merkez Bankası borçlanma faiz oranı önceki gün %12,25’ten %11’e, borç verme faiz oranı ise %21,75’ten %20,5’e indi)

Faiz oranında yapılan bir değişme ekonomiye pek çok kanaldan etki yapar. Bunlardan en önemli 3 tanesi tüketim, yatırım ve beklenti kanallarıdır. Bunun dışında servet kanalı, döviz kuru kanalı vb. gibi daha pek çok kanal bulunmaktadır.

Tüketim kanalı: TCMB’nin kısa vadeli faiz oranlarında yapacağı bir indirim bankaların Merkez Bankasından daha ucuza (düşük faizle) borç alması demek olacağından bankaların kaynak maliyetini etkiler*. Böylelikle bankalar daha düşük faizle ve daha bol ihtiyaç, konut ya da oto krdisi gibi tüketici kredileri verebilirler. Böylelikle ekonomide tüketim mallarına olan talep artar. Buna bağlı olarak tüketim mallarında fiyat ve satış miktarda artış görülür.

Yatırım kanalı: Bankaların kaynak maliyetlerindeki düşüş tüketici kredilerini ucuzlattığı gibi benzer şekilde yatırım, proje ve işletme kredilerini de ucuzlatır. Bankalar ucuza kaynak bulabildikleri için işletmelere de daha bol ve ucuza kredi verebilir. Daha ucuz ve daha bol kaynak bulabilen işletmeler daha fazla projeye girer, daha fazla yatırım yapar, üretim kapasitesini büyütmek üzere daha fazla para harcar. Sonuçta kaynak maliyeti ucuzladığından karlar artacak, karlı proje sayısı yükselecektir. Banka kredilerinin ucuzlamasının yanında ayrıca faiz indiriminden dolayı alternatif finansal yatırımların getirileri düşeceğinden reel yatırımlar daha cazip hale gelir. Firmalar mevduatlarını, repolarını, tahvillerini ve faiz getiren diğer her türlü plasmanlarını bozdurarak iş yapmak üzere kullanır, yatırımlara girişir. Her iki olgu sonucunda yatırım mallarına** olan talep artar. Buna bağlı olarak yatırım malları fiyat ve satış miktarlarında artış görülür. (Yatırım kanalının tüketim kanalına göre önemli bir farkı vardır. yatırım harcamaları ekonomide muhakkak ki toplam talebin bir parçasıdır ancak bu harcamalar sonucunda ekonominin üretim kapasitesi artacağından ertesi dönemlerde yatırım harcamaları arz artışına da yol açar. Böylelikle faiz indiriminin yatırım kanalından iktisadi faaliyetlere etkisi uzun vadede enflasyonist olmaz.)

Beklenti kanalı: Tüketim, yatırım, servet, dış ticaret-döviz kuru gibi kanalların varlığının bilinmesine bağlı olarak faiz oranı değişikliklerinin maksadının ekonomideki tüm bireyler tarafından bilinmesi/tahmin edilmesi bireylerin iktsadi davranışlarını etkiler. Krediyle işi olsun olmasın her kişi ya da işletme faiz kararlarından etkilenir. Sonuçta Merkez Bankası faiz oranlarını bir araç olarak kullanmaktadır ve bu faiz oranlarını değiştirirken tüm ülkeye açıkça mesaj verir, Merkez Bankasının gücü, ekonomi üzerindeki etkinliği ve geçmiş icraatlarına bakarak kişiler ve kurumlar bu hareketleri adeta “izler” ve ona göre hareket eder. Merkez Bankası yeterince etkili ve güçlüyse faiz indirimi illa ki ekonomide canlandırıcı etki yapar diye düşünür insan. Faiz indiriminin ekonomide canlanma yaratacağının bilinmesine dayanarak kişilerde ister istemez bir rahatlama, bir güven, bir iyimserlik oluşur ve bu da kişinin daha rahat harcama yapmasına, harcama yapmadan önce iki kez değil de bir kez düşünmesine yol açar. Benzer şekilde işletmelerin ekonomide canlanma beklentisine paralel olarak daha rahat yatırım yapması, daha çok müşteri bekleyerek üretimi arttırması, ölçek büyütmesi, daha fazla kişi çalıştırması çok normaldir. Beklenti kanalı sayesinde Merkez Bankasının faiz kararları yalnızca kredi alan kişi ya da kurumlar özelinde değil tüm ekonomide etki yaratır.

Belirttiğim kanalların tamamında faiz oranındaki düşüş ekonomideki toplam talepte artışa yol açıyor. Zaten faiz kararları tamamen talep etkileyici politikalardır. Toplam talebin artışı ekonomide kısmen fiyatlarda, kısmen de iktisadi faaliyette artış yaratır. Bu artışın ne kadarının fiyatlara (yani enflasyona) yansıyıp ne kadarının miktara (yani milli gelire) yansıyacağını arz koşulları belirler. Ekonomi eksik istihdam düzeyinde, üretim eksik kapasitede ise ve iktisadi faaliyet düzeyinin olması gerekenin altında olmasından dolayı fazla mal stokları bulunuyorsa yatay (Keynesyen) toplam arz eğrisinden söz edilebilir. Bu durumda faizin uyardığı talep artışı atıl kapasiteyi harekete geçirmek, fazla stokları eritmek gibi nedenlerle büyük oranda miktara etki ederek milli geliri arttırır. Fiyatlarda ise önemli bir etki yaratmayarak enflasyon artışına yol açmaz. Oysa ekonominin zaten canlı olduğu, üretimin tam kapasite ile yürütüldüğü, tam istihdam söz konusu olduğunda iktisadi faaliyet düzeyinin yüksekliğinden dolayı işletmelerin fazla stokları da bulunmuyorsa (yani rafa konan ürün hemen satılıyorsa) dikey (Klasik) toplam arz eğrisi söz konusudur. Bu durumda talep artışı üretimi pek fazla etkilemeyip etkisini fiyatlar üzerinde gösterecek ve enflasyona neden olacaktır.

Merkez Bankası 2001 yılından itibaren temel amacını fiyat istikrarı olarak belirlemiş olsa da ister istemez bazen bu amacını ikinci plana atıp ekonomik büyüme ve tam istihdamı sağlamaya yönelik tedbirlere ağırlık veriyor. İçinde bulunduğumuz koşullarda eksik istihdam ve talep yetersizliği koşullarının bulunduğu su götürmez bir gerçek. Ayrıca da ekonominin arz cephesinde en önemli maliyet kalemlerinden olan akaryakıt fiyatlarında meydana gelen düşüşler maliyet enflasyonu (dolayısıyla stagflasyon) konusundan pek endişe etmememiz gerektiğini gösteriyor. Zaten talep eksikliğinin tek başına bile enflasyonu bir hayli düşüreceği düşünülüyor. Sadece bu çerçeveden bakarsak TCMB’nin yaptığı faiz indirimi gayet yerinde gibi görünüyor. Ama alkol şişede durduğu gibi.durmaz derler ya, eğer faiz indirimlerinin ayarı fazla kaçarsa TCMB kaş yapayım derken göz çıkarabilir. Sonuçta enflasyonu düşüreceği beklenen dışsal etkenlerin hep böyle devam edeceğine güvenemeyiz. Örneğin yarın OPEC petrol üretiminde iyice kısıntıya gider ve fiyatların yükselmesini sağlarsa ne yaparız? Döviz kuru artışlarının gecikmeli etkileri*** de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayınca enflasyon mevzusu bana "acaba..." dedirtiyor. Temel hedefinin enflasyon olduğunu açıklayan bir Merkez Bankası kendi eliyle kendi politikasına ters kararlar alarak oynadığı kumarı kaybederse cidden zor durumda kalabilir****. Hatta daha da kötüsü ülkemizdeki bankaların belirsizlikler ve yurtdışı örneklerden etkilenerek risk algılarını iyice düşürmesi ve kredi vermekte isteksiz davranmaya devam etmeleri yazının en başında anlattığım tüm kanalları tıkar. Sadece örnek olarak verdiğim bu iki durum gerçekleşse faiz indiriminden beklenen sonuç (ekonomide canlanma) gerçekleşmediği gibi istenmeyen yan etkiler de (enflasyon) ortaya çıkabilir. Bunlar gibi pek çok etken olduğunu da dikkate alınca TCMB'yi cesaretinden ötürü kutluyorum, %1.25'lik faiz indiriminin biraz fazla olduğunu düşünüyorum.

MD

*Ucuzlayan fon kaynakları: Aslında bankalar bu durumda sadece Merkez Bankasından ucuza borç bulmazlar, Merkez Bankasının faiz indirmesi hem para hem sermaye piyasalarını eş anlı etkiler ve finansal yatırımlardan beklenen getirileri düşürür. Finansal piyasalara yönelen para miktarı artacağından ödünç verilebilir her türlü fonun faiz oranında düşmeye yol açar. Böylelikle ülkedeki her türlü fon kaynağı (TCMB'den alınan borçlar, diğer kurumlardan alınan krediler, toplanan mevduat, satılan tahviller, hisse senedi fiyatları vs.) ucuzlar. Faiz ve her türlü getiri oranları birlikte hareket etme eğilimindedir. Merkez Bankasının değiştirdiği faizler anında piyasadaki diğer tüm faiz oranlarını aşağı yukarı aynı oranda değiştirir.

** Yatırım malı derken makine, teçhizat, atölye ve fabrika gibi üretim tesisleri (inşaatı), uzman personel istihdamı vb, kavramlar anlaşılmalıdır. Berberin dükkânını büyütüp bir koltuk daha koyması ve hatta bir de kalfa istihdam etmesi buna tipik bir örnektir.

*** Kur artışının enflasyona gecikmeli etkisi: Hepimiz görüyoruz hala ülkemizde pek çok yerde fiyatlar dövize endeksli, önceden alınan mallar bitince, yeni kurlardan ithal edilen ürünler satılmaya başlanınca fiyatlara ne olacak. Ayrıca sanayi sektörümüzün üretimde kullandığı ara malların büyük bölümünün ithal olması da kurların enflasyona yansımasını güçlendirecek.

**** Verilen sözler ve vaat edilen hedeflerin tutmaması: Gerçi yabancı ülkelerde olsa buna zaman tutarsızlığı derler ama bizde ne olursa olsun bu durum zaman tutarsızlığı olarak görülmüyor. Her durumda Merkez Bankasının öne sürdüğü her türlü mazeret kamuoyunca kabul ediliyor …

Dolar bence 2 lira olur!! Denge kur ve satınalma gücü paritesi...

(Not: 3 Aralık 2008'de yazıldı)

Önceki hafta dış ticaret dengesi ile döviz kurları arasındaki ilişkiye ve Marshall – Lerner koşuluna değinmiştim. Maalesef her zaman kurları bahane eden ihracatçı kesimimizin aslında kurları sorun etmemesi gerektiği ve kurlarla ilgileneceğine asıl işine odaklanması gerektiğini belirtmiştim. Aslında yazıyı iyice uzatmamak ve konuyu dağıtmamak için bunun gerekçesini belirtmemiştim, şimdi belirteyim.

Döviz kurları kendi haline bırakılırsa kısa vadede aşırı değerlenebilir, aşırı değer kaybedebilir, olması gerektiği seviyede olabilir ancak uzun vadede mutlaka “denge seviyesi” denen gerçek değeri civarında olacaktır. Döviz kurları kendi haline bırakılmazsa, diğer bazı ekonomik değişkenleri kontrol etmek adına ve hatta bazı kesimlerin istekleri doğrultusunda manipüle edilirse dengeden sapma sürekli hale gelebilir. Örneğin Türkiye’de 2001’den beri başta dolar ve euro olmak üzere döviz kurları olması gereken düzeyin sürekli altındaydı. Böyle durumlarda dahi bir gün artık kur dengesizliğini sürdürebilecek ekonomik koşullar ortadan kalkar ve kurlar gerçek değerlerine doğru gerilmiş bir yaydan serbest kalan ok gibi olması gereken seviyeye fırlar. Geçmişte ülkemizde pek çok devalüasyon yaşandı (2001’den önce sabit kur rejimi uygulandığından dolayı döviz kurunun değeri devletin aldığı idari bir kararla değişebiliyordu), bu devalüasyonlar hep yukarıda anlattığım nedenlerle yapılmıştı.

Sonuçta öyle ya da böyle kurlar gerçek değerleri civarına dönerler, bu süre 3 gün de olabilir, 3 ay da olabilir, 3 yıl da olabilir. Ama bir gün mutlaka kur fırlar. Kurların istikrarlı ve düşük seyretmesine güvenip de döviz cinsinden kısa vadeli borçlanırsanız işiniz şansa kalır, borcunuzun vadesinde henüz kurdaki düzeltme hareketi gerçekleşmemişse çok ballısınız, ucuza hatta nerdeyse bedavaya (Japon yeni ve isviçre frangında faizler inanılmaz düşüktür hele de Türk lirası faizlerine göre) borçlanıp işinizi görmüş olursunuz. Ama uzun vadeli borçlanırsanız (örneğin konut kredisi, proje kredisi ya da uzun vadeli işletme kredisi alırsanız) kurtuluşunuz yok, öyle ya da böyle kredinizin vadesi dolmadan kurdaki düzeltme size vurur, nerdeyse bedavaya getirdiğiniz kredinin borcu birden katlanır... Dua edin de en azından piyango kredinin sonlarında falan vursun. Ama unutmayın kaçışınız yok...

Kurda denge düzeyi hesaplamanın en basit ve geçerli yöntemlerinin başında “satın alma gücü paritesi” yöntemi gelmektedir. Bu yönteme göre döviz kurunun herhangi bir etki altında olmayıp doğal bir düzeyde (yani denge değerinde) olduğu bir tarih referans alınarak kur her iki ülkedeki enflasyon arasındaki fark kadar arttırılarak bugünkü denge değeri hesaplanır. Örneğin USD/YTL kuru 1.20 iken dengedeyse ve o tarihten bu yana Türkiye’de enflasyon %50, ABD’de enflasyon %10 olmuş diyelim. Geçmişteki 1 doların bugünkü 1.10 dolara eşit olduğu ve geçmişteki 1.20 liranın bugünkü 1.80 liraya eşit olduğundan hareketle bugünkü denge kurunun 1.80/1.10 = 1.64 olması gerektiği sonucuna varabiliriz.

Bu yöntemde iki önemli sorun vardır. Bunlardan ilki her iki ülke için enflasyonu tespit eden uygun fiyat endeksinin seçimi, ikincisi ise kurun geçmişte dengede olduğunu varsayacağımız referans tarihin seçimi. İlk sorun nispeten kolaydır çünkü aşağı yukarı her ülkede enflasyon olarak TÜFE kullanılmaktadır. ÜFE’nin hizmet sektörü fiyatlarını dışlaması, GSYH deflatörünün bazı tercih edilmeyen mallara fazla ağırlık vermesi gibi nedenlerle TÜFE enflasyonlarını kullanmak mantıklıdır. Ancak referans tarihin seçimi gerçekten çok önemlidir. Bu tarih öyle bir tarih olmalıdır ki iki ülke ekonomisi de eş anlı olarak anormal bir dönemde olmamalı, kurlara etki eden özel etkiler olmamalı (çok yüksek reel faiz ve çok yoğun sermaye girişi gibi) veya en azından kura etki eden etmenler iki ülkeyi birebir aynı şekilde etkilemelidir. Bu şartları özellikle Türkiye için taşıyan bir yıl bulmanın zorluğundan hareketle bir iki alternatif yöntem önerebilirim.

- Kurların aşırı dalgalanmadığı bir dönemde uygun bir tarih seçmek ve bu tarihe göre denge kuru hesaplamak.

- Enflasyon ve kur grafiklerini yan yana koyup nispeten istikrarlı bir dönem seçmek ve bu dönemin başı, ortası, sonu ile denge kurunun maksimum ve minimum kılan günlere göre denge kurları hesaplayıp bunların ortalamasını almak.

- Bir konjonktür dalgasının trendle kesiştiği bir dönem seçmek ve yukarıda açıkladığım şekilde denge kuru hesaplamak.

Ben Türkiye ve ABD ekonomileri için kur ve enflasyon grafiklerini inceledim, 2001’de dalgalı kur rejimine geçtiğimiz dönem ve sonrasındaki geçiş dönemini de dikkate alarak kendime göre bir denge kuru hesapladım. Ama bu kurdan önce referans seçilen bazı tarihlere göre bugün denge kurunun ne olması gerektiğini söylemek istiyorum.

- Eğer dalgalı kur rejimine geçtiğimiz Şubat 2001’i referans alırsak denge dolar kuru 2.22,

- Mart 2001’i dikkate alırsak 2.75,

- 2001 yılsonunu dikkate alırsak 2.71,

- Örtülü enflasyon hedeflemesine geçilen 2004 yılbaşını dikkate alırsak 1.78,

- Ekonomide 2001’den sonraki ilk ciddi türbülansın yaşandığı Mayıs 2006’yı dikkate alırsak 1.87,

- Şubat 2001 – Haziran 2006 dönemi dikkate alınıp ortalama olarak denge kur hesaplanırsa 2.14 olurdu.

Bana en uygun periyod olarak görünen Ocak 2003 – Aralık 2005 dönemine göre hesaplanan denge kuru ise 1.99 Buna esas teşkil eden hesaplamaya ilişkin verileri de aşağıda veriyorum:

Tarih US CPI* USD/YTL kuru TÜFE* Bugünkü denge kuru
Ocak 2003 106.50 1.65584 311.89 2.38
Haziran 2004 110.80 1.48875 352.83 1.97
Aralık 2005 114.40 1.34571 403.64 1.61
Ortalama 1.99

Demeye çalıştığım şey şu ki; dolar kısa vadede ne olur bilemem ama orta ve uzun vadede 2 YTL’ye doğru hareket etmeli. 2 lira hem psikolojik sınır hem de bilimsel olarak hesaplanan düzey. (Hatta ABD'de bugün itibariyle faizlerin %1 gibi komik derecede düşük düzeyde olduğu ve bundan sonra artık ancak yükseleceği de dikkate alınırsa doların dünya genelinde değerlenmesini beklemek hiç de şaşırtıcı olmaz)

Kurun denge düzeyine ilerlemesini ancak arz talep koşullarına yapılan müdahale engelleyebilir.Bunun için de ya ülkemize yabancı sermaye/sıcak para girişi olmalı ya da TCMB elindeki rezervleri kullanarak piyasadaki dolar miktarını bollaştırmalı. Tabi sermaye girişi durduğunda ya da TCMB piyasaya dolar vermeyi kestiğinde dolar da yavaş yavaş dengesine doğru tekrar yükselmeye başlayacak. Bu aralar hatta en az bir 2 yıl falan yabancı sermayenin pek de ülkemize gelmek için can atmayacağını düşünürsek TCMB'nin 2 yıl kadar sürekli piyasaya dolar vermesi halinde dolar 2 liraya çıkmaz.

Küçük bir bilgi daha vereyim, TCMB'nn toplam uluslararası rezervleri 70 milyar dolar ve Türkiyenin önümüzdeki iki yıl için cari açık beklentisi aşağı yukarı 50'şer milyar dolar civarında. Yani TCMB bir sene döviz açığını finanse etse ikinci sene iflahı kesilir.

Nerdeyse unutuyordum, tabi bir de üçüncü yol var o da IMF'den alınacak bir borç. Ama mevcut durumda Türkiye'nin normal olarak IMF'den alabileceği borç tutarı 8.75 milyar dolar** ve bu da doların 2 liraya gidişini kalıcı olarak engelleyebilecek gibi görünmüyor. Ben öyle ya da böyle doların 2 lirayı göreceğini ve dahası TCMB'nin boşuna rezervlerini eritmek yerine dalgalı kur rejiminin gereğini yapıp müdahaleyi sınırlı tutması taraftarıyım. Hatta müdahalelerin aşamalı olarak kurun gerçek seviyesine gelmesine yönelik yapılması en uygunu olur. Böylece ekonomide şok etkisi yaratılmamış olur ve kişiler ve şirketler de hazırlıksız yakalanmamış olur. Örneğin 1 sene içinde aşamalı olarak kuru gerçek değerine taşımak ve bu dönemde halkı sürekli olarak uyarıp döviz cinsinden borçlanmalarını engellemek ekonomi yöneticilerimize verebileceğim naçizane tavsiyemdir...

MD

* Her iki fiyat endeksi için de baz dönem Aralık 1999’dur.

** Daha detaylı bilgi için Mahfi Eğilmez üstadın "IMF’den 40 milyar dolar" başlıklı yazısının linki:
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=909659&Yazar=%20&Date=02.12.2008&PAGE=

Bankalar şeytan mı melek mi? Bankaların denetlenmesi neden önemli

(Not: 2 Aralık 2008'de yazıldı)

Türkiye'de bankalara hırsız diyen, soyguncu diyen, şeytan diyen, acımasızlıklarını eleştiren, hiçbir iş yapmadan bir çivi çakmadan (havadan, avantadan hatta milletin kanını emerek)milyar dolarları götürdüklerini düşünen 20 milyon insan bulabilirim. Ve bu insanların %99'unun bankalarla çalıştığına, %95'inin bankalar olmadan hayatını veya işlerini sürdüremeyeceğine bahse girerim.

Şüphesiz bu insanlar %100 haksız değiller, bazı konullarda haklılık payları var (ufak da olsa). Ama gözden kaçırdıkları veya yanıldıkları çok şey var...

Dünya’nın hemen her yerinde başta bankalar olmak üzere finansal kuruluşlar var. Finansal kuruluş dediğin şey temel faaliyet konusu para alıp satmak ya da bir başka deyişle borç alıp vermek olan bir şirket aslında. Bu şirketler ondan bundan fon (para) bulup, işletmek ya da tüketmek amacıyla paraya ihtiyacı olanlara aktarır ve ekonominin saat gibi işlemesini sağlarlar.
Düşünüyorum da, bankalar (ve finansal sistem) olmasa:

- Borç arayan 1000 kişiden ancak 1’i istediği borcu bulabilir,

- Elinde ihtiyacından fazla para bulunan ve bu parayı değerlendirmek isteyen biri muhtemelen (bilgisizlikten) parayı batırır,

- Borç vererek değerlendirmeye çalışsa da borç verilecek uygun birini bulma şansı aşağı yukarı binde bir falan olur,

- Hadi borç verdi diyelim, o borcu geri alabilmesi pek kolay olmazdı,

- Kimse kimseye güvenip de parasını kullandırmazdı.

- Fon fazlaları değerlenmeyip yerinde sayar birikimler büyümezdi (ve ekonomik büyümenin finansmanı için kaynak oluşmazdı),

- İş yapmak isteyen, bir şeyler üretmek isteyen ve değerli fikirleri olan kişiler aynı zamanda para babası olmadıkları takdirde bu fikirler fikir olarak kalır, sırf işleri büyüyüp olgunlaşıncaya kadar geçici olarak ihtiyaç duydukları parayı borçlanamadıklarından şimdikinin belki yüzbinde biri kadar işletme açılırdı,

- İşletmelerin dinamik ve böylece de verimli çalışmaları için bazen (değil her zaman) veresiye çalışmaları gerekir ve bu veresiye periyodları kaldırabilmeleri için çok kısa vadeli de olsa borçlanamazlarsa nakit ve dolayısıyla daha verimsiz, daha hantal çalışmak zorunda kalırlardı, iş hacmi ve karlar düşerdi, ekonomik büyüme bundan olumsuz etkilenirdi,

- Çeşitli ihtiyaçları nedeniyle gelecekteki gelirlerini bugünden harcamak isteyen kişiler bu olanağı bulamazlar ve söz konusu tüketimden en fazla faydayı elde edecekleri zamanı tutturamazlardı (yani optimal tüketim zamanlaması mümkün olmazdı). Bu da ülke genelinde üretilen mallara olan talebi azaltır (fiyat-hasıla kanalıyla) üretim yapan kesime bu işlerine devam etmek konusunda köstek olurdu…

Kısacası finansal sistemin olmayışı ya da çok zayıf oluşu tasarrufları, sermaye birikimini, yatırımları, verimliliği, tüketimi olumsuz etkiler ve tüm bu olgular da ekonomik büyümeyi sınırlar. Finansal sistemin oluşu ise aksine bu kanallardan ekonomik büyümeyi destekler, finansal sistemin kuvveti arttıkça, finansal kuruluşların ve finansal araçların çeşitliliği arttıkça ekonomik büyüme ve istikrar hızlanır.

Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli birkaç şey var. Bu sistemde kötü niyetli fon kullanıcılar ve kötü niyetli aracılar olması halinde sistemin işleyişi aksar. Sistemde ne kadar çok ahlaki bozukluk varsa sistemin işleyişi ve ekonomik büyümeye yaptığı katkı o kadar zayıflar. Hem bankalar kamu tarafından hem de kredili müşteriler bankalar tarafından çok sıkı denetlenmelidir.

Bankalar başta yöneticiler sonra personel olmak üzere suiistimaller, dolandırıcılıklar, kötü yönetim, kötü (etik dışı) uygulamalar, haksız rekabet, fazla risk alma, sınırsız (dayanaksız) genişleme, toplanan fonları saçma sapan yerlere harcama gibi konularda çok sıkı izlenmelidir. Banka bünyesindeki kişiler ne kadar yüksek seviyedelerse o kadar fazla çalma/zarar verme potansiyeline sahiptir. Kötü niyetli olmasalar dahi hatalı kararlar, hırslar, öngörüler gibi nedenlerle zarara sebep olabilirler. Bu nedenle çok sıkı denetlenmeleri gerekmektedir. Daha alt seviyedeki personel, yani yönetici olmayıp işleri yürüten kişiler ise kötü niyetli veya bilgisizlik/tecrübesizlik/hata nedeniyle daha sınırlı zararlara yol açabilirler. Bir bankada bu tipte personel sayısı çok fazla olduğundan bu kişilerin sürekli izlenmesi mümkün değildir. Bu gruba kanımca daha geniş tabanlı ve risk temelli hatta bilgisayar destekli kontroller koymak daha uygundur. Bankaları, üst düzey personeli ve diğer personeli bu açılardan hem kamu hem de bankanın iç denetim sistemi denetim altında tutmalıdır.

Bankanın kredili müşterileri de her an denetim altında olmalıdır. Çünkü bu kişiler borcu almıştır ve eğer kötü niyetlilerse veya işleri kötü giderse borçlarını ödeyemeyerek bankaları zarara uğratır, borç verenlerin cesaretini kırar, hatta dolaylı olarak finansal aracılığın maliyetini arttırırlar. Bu nedenle de finansal sistemi olumsuz etkilerler. Hem pazarlama personeli, hem krediler bölümü, hem risk yönetimi bölümü, hem de bankanın iç denetçileri kredili müşterileri sürekli izleyip, bankanın zarar etmesini engellemelidirler. Burada patronların para kaybetmesi madalyonun bir yüzü iken işi asıl kutsallaştıran ise finansal sistemin zarar görmesinin engellenmesi, güvenin zarar görmesinin engellenmesi ve dolayısıyla da ülkenin ekonomik büyümesinin ve kalkınmasının zarar görmemesi için verilen uğraştır!

O halde bankalar bir çivi çakmıyorlar ama varlıkları ve yaptıkları işlerle 1 yerine 1000 çivi çakılmasını sağlıyorlar.

O halde bankalar acımasız, ama bu acımasızlıklarının nedeni başkalarının paralarının çarçur edilmesinin önüne geçmek. Acımasız olmasalar zarar edecekler ve sistem bozulacak, acımasız olmasalar kötü niyetli kişiler bunu kötüye kullanacak ve yine sistem bozulacak..
Özetle, işini dürüst ve iyi yapan bankacılar bilerek veya farkında olmaksızın ülkenin ekonomik kalkınmasına hizmet ederler.

Bu ülkede her şehirden, her sınıftan, her zeka seviyesinden, her meslekten ahlaksız insanlar çıkabiliyor ve bu insanların sayılarının artışı bizi yerimizde saydırıyor. Ahlaksızlık, cahillik, tecrübesizlik, aptallık ne kadar çok ise finansal sistemin o kadar fazla denetime ihtiyacı vardır.

MD

NOT:Bu konuyla bağlantılı olarak "güven", "küresel finansal sistem" ve "faiz" konularında da bir şeyler yazacağım yakında

Kur artışı neden dış açığımızı çözmüyor? - Marshall Lerner Koşulu

(Not: 20 Kasım 2008'de yazıldı)

Dış ticaret açığı Türkiye’nin en büyük iktisadi sorunlarının başında geliyor. Çünkü kronikleşen dış ticaret açıkları nedeniyle ülkemiz sürekli yurtdışından para bulmak ya da elindeki döviz rezervlerini eritmek zorunda kalıyor. Bu yüzden kırılganlaşan ekonomimizde, krizler ya da türbülanslar kaçınılmaz olarak sıkça karşımıza çıkıyor.

Dış ticaret dengesini Toplam İhracat Tutarı eksi Toplam İthalat Tutarı şeklinde tanımlarsak bu açığın iki ayrı yoldan kapatılacağını görürüz. Ya ihracat gelirimizi arttırmalıyız ya da ithalat harcamalarımızı azaltmalıyız.

Bilindiği gibi uluslar arası ticarette beli başlı paralar kullanılmaktadır. Türk lirası konvertibil bir para olmasına rağmen uluslar arası düzeyde kabul görmüş bir para değildir ve bu nedenle ülkemizin kendi parası cinsinden dış alem ile ticaret yapma şansı bulunmamaktadır. Ülkemiz dış ticaretinin çok büyük bir kısmını Euro ve Dolar ile gerçekleştirmekte, bu paraların yanı sıra Yen, Sterlin vb. gibi birkaç para birimiyle daha kimi ülkelerle ticaret yapılabilinmektedir.

Ülkemizin Türk Lirası cinsinden toplam ihracat geliri ya da toplam ithalat harcaması iki faktöre bağlıdır, bunlar ihracat/ithalat miktarı ve ihracat/ithalat fiyatıdır. Döviz kurunda meydana gelen bir artış (TL’nin döviz karşısında değer kaybetmesi) halinde 10 liraya mal ettiğimiz bir ürünün karşılığı 8 dolarken 6 dolara iner ve böylece ürünü uluslar arası piyasada daha düşük bir fiyattan sattığımız için ihracatımıza olan talep artar. Benzer şekilde 100 dolara ithal ettiğimiz ürünün dolar karşılığı 125 lira iken birden 165 liraya yükselince ülkemizin ithal mallara olan talebi düşer.
Bu noktada ihracatımızın artıp ithalatımızın düşmesinin dış ticareti illa ki olumlu etkilemek zorunda olmadığını gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü ihracat miktarı artarken aynı zamanda ihracat fiyatı da düşmüştür bu nedenle ihracatın parasal değerinin yükselmesi için miktardaki artışın fiyat düşüşünü telafi edecek kadar çok olması gerekir. Benzer şekilde ithalat miktarı düşmesine rağmen ithalat fiyatı arttığından dolayı ithalatın parasal değerinin düşmesi ancak fiyatın miktardaki azalmayı telafi etmeyecek kadar yükselmesine bağlıdır.

Döviz kurunda meydana gelen %1’lik bir artışın ihracat gelirini yüzde kaç arttıracağını ölçen katsayıya ihracat talep esnekliği, ithalat harcamasını ne kadar azaltacağını ölçen katsayıya da ithalat talep esnekliği denmektedir. Örneğin kur %1 arttığında döviz cinsinden ihracat geliri %0.7 artıyorsa ve ithalat harcaması %0.3 düşüyorsa toplamda dış ticaret dengesi döviz cinsinden %0.7 – (-%0.3) = %1 oranında iyileşirken kurdaki %1 artış bu iyileşmeyi tamamen nötralize eder ve dış ticaret dengesi ülke için hiçbir değişme göstermemiş olur. Eğer ihracat talep esnekliği – ithalat talep esnekliği farkı 1’den küçükse kurdaki artış dış dengedeki artışı aşacağından dış ticaret dengesi gerçekte daha da bozulur. Buradan çıkan sonuç şudur: bir kur artışının dış ticaret dengesine olumlu etki edebilmesi ancak ve ancak ülkenin ihracat talep esnekliği – ithalat talep esnekliği farkının 1’den büyük olması halinde söz konusu olabilir. Buna ekonomi biliminde Marshall – Lerner koşulu denmektedir (bu koşulun matematiksel derivasyonunu dileyen arkadaşlarla paylaşabilir ve tartışabilirim.). Talep esneklikleri arasındaki fark büyüdükçe kur artışının dış tcaret dengesine olumlu etkisi güçlenir.

Marshall – Lerner koşulu dikkate alındığında dış ticaret açığı veren ülkelerin devalüasyon yoluna başvurmadan önce ithalat ve ihracat talep esnekliklerini tahmin edip ona göre bu yola başvurmaları gerekir. İktisatçılar bu esneklikleri çeşitli ekonometrik yöntemlerle tahmin etmektedirler.

Bu esnekliklerin doğası konusunda şöyle kısaca bilgi vermek istiyorum. Malları uluslar arası arenada daha çok zorunlu olarak talep edilen ülkelerin, iş bağlantıları ağır olan ülkelerin, malları sıradan olan ülkelerin ihraç mallarına olan talep genellikle pek esnek değildir. Aksine çok hızlı iş bağlantıları kurabilen, ürettiği mallar konusunda diğer ülkelerle rekabet içinde olan, ürünleri zorunlu olmaktan ziyade daha çok lüks statüsünde olan ülkelerde ise ihracat talep esneklikleri yüksektir. Sanayisi dışa bağımlı olan ya da pek çok zorunlu malı yurtiçinde üretemeyen ülkelerin ithalat talepleri pek esnek değilken, sanayisi kuvvetli, üretimde kullanılan aramalları ve pek çok tüketim malını yurtiçinde üretebilen ülkelerde ise ithalat talebi esnektir.

Türkiye’nin hem ithalat hem de ihracat talep esnekliklerinin diğer gelişmekte olan ülkelere göre oldukça düşük olduğu şeklinde bulgulara ulaşan pek çok araştırma mevcuttur. Bu da ülkemizde geçmişte yaşanan devalüasyonların neden dış ticaret açığımıza çare olmadığının bir açıklamasıdır.

İhracatınızı gerçek anlamda sağlam ve kalıcı olarak arttırmanın yolu elbette ki teknoloji geliştirmekten, üretiminde diğer ülkelere göre (izafi olarak) üstün olduğunuz malları üretmekten, talebi ve parasal değeri yüksek olan veya gelecek vaat eden malları üretmekten, iyi yurtdışı bağlantılar yapmaktan, marka üretmekten geçer. Önemli olan yüksek katma değerli malları üretip dış aleme satabilmektir. Bu hem toplumun (özellikle işletme sahiplerinin) iş ahlakına, ülkenin bilim düzeyine, araştırma – geliştirme faaliyetlerine verilen öneme hem de devletin özellikle maliye ve dış ticaret politikalarının ihracatı destekleyici, teşvik edici olmasına bağlıdır. Benzer şekilde ithalatı kısmanın yolu bireylerin lüks ithal malların tüketiminden azami ölçüde kaçınmasına, yükte hafif pahada ağır malların (ipod, laptop, lüks saat vb. gibi üretilmesinde çok az emek faktörüne karşılık hatırı sayılır miktarda sermaye ve inanılmaz yüksek oranda bilgi faktörü gerektiren küçük hacimli ama pahalı mallar) üretiminin yurtiçinde de gerçekleştirilebilmesine, özellikle imalat endüstrisindeki dışa bağımlılığın ortadan kaldırılmasına bağlıdır.

MD

Murat'ın gözüyle 2001'den bugüne Türkiye Ekonomisi'nin seyri

(Not: 15 Kasım 2008'de yazıldı. Biraz uzun oldu, yazmaya başlarken bu kadar uzatmayı planlamıyordum)

2001’de kurların fırlaması, reel faizlerin fırlaması, -%9 civarı reel milli gelir düşüşü, enflasyonun %70 civarında gerçekleşmesi, borsanın yerin dibine girmesi ve hem Levent – Maslak hattını (finans kesimi) hem Hadımköy – İkitelli hattını (imalat sektörü) hem de mahaller aralarını saran iflaslarla Türkiye ekonomisi dibe vurmuştu. O zaman ben lise 2’deydim, hiç ekonomiden anlamaz, ilgilenmez ve hatta sıkılırdım, buna rağmen belirgin bir şekilde farkındaydım krizin. Çok kötü günlerdi, herkes öyle korkuyordu, öyle sağamcı olmuştu ki ÖSS’de işletme-iktisat gibi bölümlerin puanları mili gelirimiz gibi düşerken, öğretmenlik, tıp gibi bölümlerin puanı ise kurlar ve faizler gibi fırlamıştı.

Nisan’dan itibaren ekonomimiz sürekli bir düzelme, iyileşme trendine girdi. Kemal Derviş önderliğinde hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı önemli bir reform paketi idi. Bu program; bozulan mali sektörün yeniden yapılandırılması, kamu sektörünün şeffaflaştırılması ve özellkle kamu harcamalarının disiplin altına sokulması, ekonomide rekabetin ve etkinliğin arttırılması gibi hedefleri içeriyordu. Bu doğrultuda yeni bir TCMB yasası çıkarıldı ve bankaya bağımsızlık verildi, hazineyle ilişkileri düzenlendi, temel amacının enflasyonla mücadele olduğunun altı çizildi. Bankacılık kanunu yenilendi, BDDK kuruldu ve finans sektörü çok sıkı düzenlemelere tabi hale getirildi. Kamu bankalarının görev zararları kaldırıldı. Birkaç tanesi hariç bütçe dışı fonlar tasfiye edildi. Vergi tabanını genişletecek kimi önlemler alındı.

2002 yılında AKP’nin tek başına iktidara gelmesi ile tesis edilen siyasi istikrar, ekonomideki iyileşmeleri hızlndırıcı bir etki yarattı. Bu olumlu gelişmelere dünyadaki likidite bolluğu ve abartılı biçimde artan risk iştahı da önemli katkı sağladı.

Bu dönemde herkes keyifliydi, düşük enflasyon, tatminkar büyüme performansı, istikrarlı ve düşük döviz kurları, azalan kamu borç stoku, bol tüketim, bol kredi… Ama resmi bulandıran iki şey vardı, birbiriyle yakından alakalı iki şey; yüksek reel faizler ve inanılmaz yüksek dış ticaret açıkları. Aman canım her şeyi düzeltmişiz bir iki tane kötü gösterge olsa ne olur. Vallahi çok şey olur. Türkiye’nin 5–6 senelik ekonomik performansı hiç de öyle ekonomi mucizesi değildi, tamamen dışsal ya da sürdürülemez nedenlerden kaynaklanıyordu. Enflasyonu düşüren ya da milli geliri reel olarak büyüten biz değildik. Dünyanın en yüksek reel faizini veren ülkesi bizdik, bu nedenle Türkiye’ye giren uluslararası sermayenin haddi hesabı yoktu. Çok büyük dış açıklar vermemize rağmen ülkemize giren dış sermaye sayesinde elimize geçen döviz hem açığımızı kapatmaya yetiyordu hem de bir miktar fazla bile kalıyordu ve TCMB’nin döviz rezervleri sürekli artıyordu. Döviz talebini aşan döviz arzı sayesinde kurlar hep istikrarlı ve düşük kaldı. Bu sayede ithal malların fiyatları kendi ürettiğimiz mallara göre gün geçtikçe ucuzladı çünkü dış alemin enflasyonu bize göre düşük, üretimi yani mal ve hizmet arzı bize göre fazlaydı dönem boyunca. Kurlar buna rağmen değişmediğinden yabancı mallar sürekli daha da ucuz hale geldi. Buna bir de reel olarak büyüyen milli gelirimiz eklenince ithalat önlenemez biçimde yükseldi. Bir malın fiyatı düşüyor ve tüketicinin de bu sırada geliri artıyorsa iktisat teorsi bize kişinin o malı daha fazla satın alacağını söyler. Böyle de oldu zaten.

Kurların düşük düzeyde sabitlenmesinin ekonomik performansımıza önemli bir etkisi ucuz ithalat sayesinde enflasyonun artışını engellemesiydi. Ayrıca dış dünyadan aldığımız üretim girdilerinin (enerji başta olmak üzere) fiyatları da kurlar sayesinde olması gerekenden düşük gerçekleşti hep ve bu sayede hem enflasyon hem de ekonomik büyümemiz bundan olumlu etkilendi.

TCMB 2006 yılında açıktan enflasyon hedeflemesi uygulamasına geçmişti. Bundan önce birkaç yıl da kurala bağlı bir para politikası takip etmekte ve buna göre kısa vadeli faiz oranlarını etkileyip üstü kapalı bir biçimde enflasyon hedeflemesi uygulamaktaydı. Bu sayede enflasyonumuz %80’lerden birkaç yılda %7.7’ye kadar gerilemişti. 2006 Mayıs’ta döviz kurlarında gerçekleşen kısa süreli bir artış hem enflasyon hedefini hem de para politikasını o kadar etkiledi ki ekonomimiz o tarihten sonra bir daha enflasyonu %8’in altına çekemedi. TCMB 3 senedir yıllık %4 enflasyon hedefler durur ancak her sene bunun iki katından fazla enflasyon oluşur. Bu da aslında dış dinamiklerin ekonomik performansımızda bizden çok daha fazla söz sahibi olduğunun önemli bir kanıtıdır. En sn bu sene enflasyon hedefini %7.5 olarak güncellediler (tabi bu hedef de tutmayacak, tüm beklentiler bu sene %12’yi gösteriyor). Aslında TCMB’nin hedefleri benim beklentilerimi şekillendiriyor, çünkü aslında hedefler ile sonuçlar arasında tutarlı bir ilişki var, gerçekleşme = hedef + %5 oluyor her sene, bu da işin şakası.

Biz, 2001 sonrasında, mali sistemimizi ve kamu mali yönetimini disiplin altına almayı başarmış olsak da bu dönemde üretim kapasitemizi gerekli ölçüde arttıramadık, ihracata dayalı imalat sektörümüz fırsatları yeterli ölçüde değerlendiremedi (bu sektörün en büyük bahanesi Türk Lirasının aşırı değerlendirmesi idi) ve maalesef gün geçtikçe dış ticaret açığımız daha da büyüdü. Örneğin geçen yıl 115 milyar USD ihracat yaparken 162 milyar USD tutarında ithalat yaptık ve böylece 47 milyar USD dış ticaret açığı verdik. Bu yıl da ilk 9 ay itibariyle ihracatımız 112 milyar USD, ithalatımız 157 milyar USD ve dış ticaret açığımız 45 milyar USD. Geçen sene sonundaki seviyeleri bu sene daha ilk 9 ayda yakalamış bulunmamız da ayrı bir ilginç nokta. Her sene sürekli artan düzeyde dış açıklar vermemize rağmen giren yabancı sermaye sayesinde dış ödemelerde döviz sıkıntımız olmaması sayesinde hiç sıkıntı çekmeden ekonomik performansımız devam etti. Öyle görünüyor ki bizim dış ticaretteki yapısal sorunlarımızı çözmeye niyetimiz yok, finanse edildiği sürece böyle devam etmeye razıyız.

Gelen para babasının hayrına gelmiyor elbette. Yabancılar aşırı yüksek faiz elde etmeye, paradan para kazanmaya ya da bize ait olan şirketleri, fabrikaları, mali ve mali olmayan reel varlıkları satın almaya getiriyorlar paralarını, ülkemizi satın alıp karşılığında dolar veriyorlar. Biz onlara normalin üzerinde faiz vererek gelecekteki iktisadi varlığımızdan kesinti yapıyoruz, şirketlerimizi, madenlerimizi, fabrikalarımızı satarken bu ülkenin ulusal iktisadi servetini “bir daha geri almamak” üzere yabancılara veriyoruz. Biz lüks ithal malları tüketirken, marketlerde Çerkez peyniri yerine Danimarka peyniri satın alırken, ülkemizin satılmasına neden oluyoruz. Geçenlerde Ankara’ya giderken trende Alman bir amcayla beraber aynı kompartımanda seyahat ettim, Klaus, mühendis, şirketinin Türkiye’deki faaliyetleri konusunda denetim ve danışmanlık yapmak üzere Türkiye’ye gelmiş bir süreliğine. Anlattı, pek çok farklı imalat alanında fabrikalar satın almışlar (hatta Ankara’ya yakın New Holland Trakmak traktör deposu gibi bir yer vardı, onu gösterip, biz de traktör üretiyoruz demişti), bir madenin işletmesini almışlar, bir yerde de doğalgaz arama çalışmaları yapıyorlarmış, bulurlarsa gaz onların, Türkiye’ye de gelirden pay vereceklermiş. Güler yüzümü korudum ama içim nasıl hınçla doldu anlatamam.

Bugüne kadar uluslar arası likidite bolluğu sayesinde dış ödemelerde sorun yaşamadık, dış ticaret açığımızı finanse etmeyi başardık ve ekonomimiz tam takır yoluna devam etti. Ancak 1–2 aydır devam etmekte olan ve bence boyutları artmaya devam edecek olan küresel ekonomik kriz nedeniyle dış ticaret açığımız çok ciddi derecede problem olmaya başlayacak. Artık yabancı sermaye eskisi gibi bol değil ve risk iştahı neredeyse sıfır. Dünyadaki güven krizinin ödemeler sistemine yansımaması için merkez bankaları ellerinden geleni yapıyorlar, piyasaları paraya boğuyorlar. Bu da durumun ne kadar vahim olduğunun açık bir göstergesi...

Böyle bir ortamda Türkiye dışarıdan para bulmaya devam edemezse çok ciddi sorunlar yaşaması kaçınılmaz. Yeterince dış borcu bulunan ülkemiz, buna rağmen bu sene de aşağı yukarı 50–55 milyar USD dış ticaret açığı ve 40–45 milyar USD civarı cari işlemler açığı verecek gibi görünüyor. Şu an itibariyle birbirlerine dahi borç vermekte tereddüt eden yabancıların ülkemize döviz getirmesi için çok dua etmemiz gerekecek. Bunu nasıl başarabileceğimizi bilemiyorum ancak aklıma gelen önlemler şunlar:

-Ödediğimiz reel faizi iyice arttırmak;

-Yabancıların getirdiği paraya özel kolaylıklar sağlamak (zaten maliye bakanlığı sanırım yabancı ülkelerdeki Türk’lerin paralarını Türkiye’ye getirmesi halinde paranın kaynağının sorumayacağını açıklamıştı geçen hafta, karapara cenneti olacağız bir de, iyice imajımız zedelenecek);

-Mevduata sınırsız güvence vererek yabancıların mevduatlarını bozup gitmelerini engellemek ve hatta bir miktar daha yabancı mevduat müşterisi çekmek;

-Geçtiğimiz sene uygulanan ama bu sene, sanırım, kaldırılan bir nevi Tobin vergisi olan “Kambiyo Gider Vergisini” yeniden yürürlüğe sokmak (geçtiğimiz günlerde banka hesabımdan bir miktar dolar satmıştım ve bu vergi kesilmedi);

-IMF’den borçlanmak.

Bu önlemler içinde en sağlıklısı IMF’den borç almak elbette. Bu en azından, diğer tüm önlemlerden daha düşük maliyetli ve hatta bence faydalı... Faiz yeterince yüksek, daha fazla artmasının zararı çok pek bir faydası yok. İkinci seçenek üzerinde yorum yapmak bile istemiyorum, o kadar rezil bir yol. Mevduat güvencesinin arttırılmasının faydası kadar zararı da var, bankalara hem daha fazla sigorta maliyeti getirmesi hem de kurumsal yönetim uygulamalarına köstek olucu doğasının dikkate alınmasında fayda var, Tobin vergisi uygulaması yeniden devreye alınabilir ama etkisi çok çok sınırlı olur.

Sanırım 6 yıllık rüya sona erdi, ekonomimiz ciddi tehdit altında. Bu dönemde gerçekleştirilen yapısal reformların faydasını muhakkak ki göreceğiz (özellikle mali sektörün düzenlenmesinin) ancak gerçekleştirilemeyenler başımıza çok bela açacak.

Krizin ve döviz kurlarındaki aşırı artışın, enflasyon, ekonomik büyüme, dış borçlar (ağırlıklı olarak özel sektörün elinde bulunmakta olanlar), bütçe dengesi ve istihdamı çok şiddetli bir biçimde vurması kaçınılmaz artık. Umarım bu dönemi fazla yara almadan atlatabiliriz ve önümüzdeki dönemlerde artık kur, faiz, borsa, para, vergi vs. yerine makroekonomide en önemli değişken olan “üretim”e odaklanırız.

MD