(Not: 15 Kasım 2008'de yazıldı. Biraz uzun oldu, yazmaya başlarken bu kadar uzatmayı planlamıyordum)
2001’de kurların fırlaması, reel faizlerin fırlaması, -%9 civarı reel milli gelir düşüşü, enflasyonun %70 civarında gerçekleşmesi, borsanın yerin dibine girmesi ve hem Levent – Maslak hattını (finans kesimi) hem Hadımköy – İkitelli hattını (imalat sektörü) hem de mahaller aralarını saran iflaslarla Türkiye ekonomisi dibe vurmuştu. O zaman ben lise 2’deydim, hiç ekonomiden anlamaz, ilgilenmez ve hatta sıkılırdım, buna rağmen belirgin bir şekilde farkındaydım krizin. Çok kötü günlerdi, herkes öyle korkuyordu, öyle sağamcı olmuştu ki ÖSS’de işletme-iktisat gibi bölümlerin puanları mili gelirimiz gibi düşerken, öğretmenlik, tıp gibi bölümlerin puanı ise kurlar ve faizler gibi fırlamıştı.
Nisan’dan itibaren ekonomimiz sürekli bir düzelme, iyileşme trendine girdi. Kemal Derviş önderliğinde hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı önemli bir reform paketi idi. Bu program; bozulan mali sektörün yeniden yapılandırılması, kamu sektörünün şeffaflaştırılması ve özellkle kamu harcamalarının disiplin altına sokulması, ekonomide rekabetin ve etkinliğin arttırılması gibi hedefleri içeriyordu. Bu doğrultuda yeni bir TCMB yasası çıkarıldı ve bankaya bağımsızlık verildi, hazineyle ilişkileri düzenlendi, temel amacının enflasyonla mücadele olduğunun altı çizildi. Bankacılık kanunu yenilendi, BDDK kuruldu ve finans sektörü çok sıkı düzenlemelere tabi hale getirildi. Kamu bankalarının görev zararları kaldırıldı. Birkaç tanesi hariç bütçe dışı fonlar tasfiye edildi. Vergi tabanını genişletecek kimi önlemler alındı.
2002 yılında AKP’nin tek başına iktidara gelmesi ile tesis edilen siyasi istikrar, ekonomideki iyileşmeleri hızlndırıcı bir etki yarattı. Bu olumlu gelişmelere dünyadaki likidite bolluğu ve abartılı biçimde artan risk iştahı da önemli katkı sağladı.
Bu dönemde herkes keyifliydi, düşük enflasyon, tatminkar büyüme performansı, istikrarlı ve düşük döviz kurları, azalan kamu borç stoku, bol tüketim, bol kredi… Ama resmi bulandıran iki şey vardı, birbiriyle yakından alakalı iki şey; yüksek reel faizler ve inanılmaz yüksek dış ticaret açıkları. Aman canım her şeyi düzeltmişiz bir iki tane kötü gösterge olsa ne olur. Vallahi çok şey olur. Türkiye’nin 5–6 senelik ekonomik performansı hiç de öyle ekonomi mucizesi değildi, tamamen dışsal ya da sürdürülemez nedenlerden kaynaklanıyordu. Enflasyonu düşüren ya da milli geliri reel olarak büyüten biz değildik. Dünyanın en yüksek reel faizini veren ülkesi bizdik, bu nedenle Türkiye’ye giren uluslararası sermayenin haddi hesabı yoktu. Çok büyük dış açıklar vermemize rağmen ülkemize giren dış sermaye sayesinde elimize geçen döviz hem açığımızı kapatmaya yetiyordu hem de bir miktar fazla bile kalıyordu ve TCMB’nin döviz rezervleri sürekli artıyordu. Döviz talebini aşan döviz arzı sayesinde kurlar hep istikrarlı ve düşük kaldı. Bu sayede ithal malların fiyatları kendi ürettiğimiz mallara göre gün geçtikçe ucuzladı çünkü dış alemin enflasyonu bize göre düşük, üretimi yani mal ve hizmet arzı bize göre fazlaydı dönem boyunca. Kurlar buna rağmen değişmediğinden yabancı mallar sürekli daha da ucuz hale geldi. Buna bir de reel olarak büyüyen milli gelirimiz eklenince ithalat önlenemez biçimde yükseldi. Bir malın fiyatı düşüyor ve tüketicinin de bu sırada geliri artıyorsa iktisat teorsi bize kişinin o malı daha fazla satın alacağını söyler. Böyle de oldu zaten.
Kurların düşük düzeyde sabitlenmesinin ekonomik performansımıza önemli bir etkisi ucuz ithalat sayesinde enflasyonun artışını engellemesiydi. Ayrıca dış dünyadan aldığımız üretim girdilerinin (enerji başta olmak üzere) fiyatları da kurlar sayesinde olması gerekenden düşük gerçekleşti hep ve bu sayede hem enflasyon hem de ekonomik büyümemiz bundan olumlu etkilendi.
TCMB 2006 yılında açıktan enflasyon hedeflemesi uygulamasına geçmişti. Bundan önce birkaç yıl da kurala bağlı bir para politikası takip etmekte ve buna göre kısa vadeli faiz oranlarını etkileyip üstü kapalı bir biçimde enflasyon hedeflemesi uygulamaktaydı. Bu sayede enflasyonumuz %80’lerden birkaç yılda %7.7’ye kadar gerilemişti. 2006 Mayıs’ta döviz kurlarında gerçekleşen kısa süreli bir artış hem enflasyon hedefini hem de para politikasını o kadar etkiledi ki ekonomimiz o tarihten sonra bir daha enflasyonu %8’in altına çekemedi. TCMB 3 senedir yıllık %4 enflasyon hedefler durur ancak her sene bunun iki katından fazla enflasyon oluşur. Bu da aslında dış dinamiklerin ekonomik performansımızda bizden çok daha fazla söz sahibi olduğunun önemli bir kanıtıdır. En sn bu sene enflasyon hedefini %7.5 olarak güncellediler (tabi bu hedef de tutmayacak, tüm beklentiler bu sene %12’yi gösteriyor). Aslında TCMB’nin hedefleri benim beklentilerimi şekillendiriyor, çünkü aslında hedefler ile sonuçlar arasında tutarlı bir ilişki var, gerçekleşme = hedef + %5 oluyor her sene, bu da işin şakası.
Biz, 2001 sonrasında, mali sistemimizi ve kamu mali yönetimini disiplin altına almayı başarmış olsak da bu dönemde üretim kapasitemizi gerekli ölçüde arttıramadık, ihracata dayalı imalat sektörümüz fırsatları yeterli ölçüde değerlendiremedi (bu sektörün en büyük bahanesi Türk Lirasının aşırı değerlendirmesi idi) ve maalesef gün geçtikçe dış ticaret açığımız daha da büyüdü. Örneğin geçen yıl 115 milyar USD ihracat yaparken 162 milyar USD tutarında ithalat yaptık ve böylece 47 milyar USD dış ticaret açığı verdik. Bu yıl da ilk 9 ay itibariyle ihracatımız 112 milyar USD, ithalatımız 157 milyar USD ve dış ticaret açığımız 45 milyar USD. Geçen sene sonundaki seviyeleri bu sene daha ilk 9 ayda yakalamış bulunmamız da ayrı bir ilginç nokta. Her sene sürekli artan düzeyde dış açıklar vermemize rağmen giren yabancı sermaye sayesinde dış ödemelerde döviz sıkıntımız olmaması sayesinde hiç sıkıntı çekmeden ekonomik performansımız devam etti. Öyle görünüyor ki bizim dış ticaretteki yapısal sorunlarımızı çözmeye niyetimiz yok, finanse edildiği sürece böyle devam etmeye razıyız.
Gelen para babasının hayrına gelmiyor elbette. Yabancılar aşırı yüksek faiz elde etmeye, paradan para kazanmaya ya da bize ait olan şirketleri, fabrikaları, mali ve mali olmayan reel varlıkları satın almaya getiriyorlar paralarını, ülkemizi satın alıp karşılığında dolar veriyorlar. Biz onlara normalin üzerinde faiz vererek gelecekteki iktisadi varlığımızdan kesinti yapıyoruz, şirketlerimizi, madenlerimizi, fabrikalarımızı satarken bu ülkenin ulusal iktisadi servetini “bir daha geri almamak” üzere yabancılara veriyoruz. Biz lüks ithal malları tüketirken, marketlerde Çerkez peyniri yerine Danimarka peyniri satın alırken, ülkemizin satılmasına neden oluyoruz. Geçenlerde Ankara’ya giderken trende Alman bir amcayla beraber aynı kompartımanda seyahat ettim, Klaus, mühendis, şirketinin Türkiye’deki faaliyetleri konusunda denetim ve danışmanlık yapmak üzere Türkiye’ye gelmiş bir süreliğine. Anlattı, pek çok farklı imalat alanında fabrikalar satın almışlar (hatta Ankara’ya yakın New Holland Trakmak traktör deposu gibi bir yer vardı, onu gösterip, biz de traktör üretiyoruz demişti), bir madenin işletmesini almışlar, bir yerde de doğalgaz arama çalışmaları yapıyorlarmış, bulurlarsa gaz onların, Türkiye’ye de gelirden pay vereceklermiş. Güler yüzümü korudum ama içim nasıl hınçla doldu anlatamam.
Bugüne kadar uluslar arası likidite bolluğu sayesinde dış ödemelerde sorun yaşamadık, dış ticaret açığımızı finanse etmeyi başardık ve ekonomimiz tam takır yoluna devam etti. Ancak 1–2 aydır devam etmekte olan ve bence boyutları artmaya devam edecek olan küresel ekonomik kriz nedeniyle dış ticaret açığımız çok ciddi derecede problem olmaya başlayacak. Artık yabancı sermaye eskisi gibi bol değil ve risk iştahı neredeyse sıfır. Dünyadaki güven krizinin ödemeler sistemine yansımaması için merkez bankaları ellerinden geleni yapıyorlar, piyasaları paraya boğuyorlar. Bu da durumun ne kadar vahim olduğunun açık bir göstergesi...
Böyle bir ortamda Türkiye dışarıdan para bulmaya devam edemezse çok ciddi sorunlar yaşaması kaçınılmaz. Yeterince dış borcu bulunan ülkemiz, buna rağmen bu sene de aşağı yukarı 50–55 milyar USD dış ticaret açığı ve 40–45 milyar USD civarı cari işlemler açığı verecek gibi görünüyor. Şu an itibariyle birbirlerine dahi borç vermekte tereddüt eden yabancıların ülkemize döviz getirmesi için çok dua etmemiz gerekecek. Bunu nasıl başarabileceğimizi bilemiyorum ancak aklıma gelen önlemler şunlar:
-Ödediğimiz reel faizi iyice arttırmak;
-Yabancıların getirdiği paraya özel kolaylıklar sağlamak (zaten maliye bakanlığı sanırım yabancı ülkelerdeki Türk’lerin paralarını Türkiye’ye getirmesi halinde paranın kaynağının sorumayacağını açıklamıştı geçen hafta, karapara cenneti olacağız bir de, iyice imajımız zedelenecek);
-Mevduata sınırsız güvence vererek yabancıların mevduatlarını bozup gitmelerini engellemek ve hatta bir miktar daha yabancı mevduat müşterisi çekmek;
-Geçtiğimiz sene uygulanan ama bu sene, sanırım, kaldırılan bir nevi Tobin vergisi olan “Kambiyo Gider Vergisini” yeniden yürürlüğe sokmak (geçtiğimiz günlerde banka hesabımdan bir miktar dolar satmıştım ve bu vergi kesilmedi);
-IMF’den borçlanmak.
Bu önlemler içinde en sağlıklısı IMF’den borç almak elbette. Bu en azından, diğer tüm önlemlerden daha düşük maliyetli ve hatta bence faydalı... Faiz yeterince yüksek, daha fazla artmasının zararı çok pek bir faydası yok. İkinci seçenek üzerinde yorum yapmak bile istemiyorum, o kadar rezil bir yol. Mevduat güvencesinin arttırılmasının faydası kadar zararı da var, bankalara hem daha fazla sigorta maliyeti getirmesi hem de kurumsal yönetim uygulamalarına köstek olucu doğasının dikkate alınmasında fayda var, Tobin vergisi uygulaması yeniden devreye alınabilir ama etkisi çok çok sınırlı olur.
Sanırım 6 yıllık rüya sona erdi, ekonomimiz ciddi tehdit altında. Bu dönemde gerçekleştirilen yapısal reformların faydasını muhakkak ki göreceğiz (özellikle mali sektörün düzenlenmesinin) ancak gerçekleştirilemeyenler başımıza çok bela açacak.
Krizin ve döviz kurlarındaki aşırı artışın, enflasyon, ekonomik büyüme, dış borçlar (ağırlıklı olarak özel sektörün elinde bulunmakta olanlar), bütçe dengesi ve istihdamı çok şiddetli bir biçimde vurması kaçınılmaz artık. Umarım bu dönemi fazla yara almadan atlatabiliriz ve önümüzdeki dönemlerde artık kur, faiz, borsa, para, vergi vs. yerine makroekonomide en önemli değişken olan “üretim”e odaklanırız.
MD