28 Aralık 2008 Pazar

Merkez Bankasına neden inanayım ki? Zaman tutarsızlığı problemi.

Kişinin tercihinde zaman içinde ortaya çıkan değişmeye zaman tutarsızlığı deniyor. Yani iki ayrı zamanda, aynı kişinin aynı konudaki düşüncesinin veya tercihinin aynı olmaması.

Eşiniz, hiç ona evlilik yıldönümünüzde, yemekler yapıp romantik bir masa hazırlayarak sürpriz yapmadığınızdan yakınıyor. Sonra gün geliyor bu masayı hazırlıyorsunuz ama bu sefer de “beni dışarı çıkarmanı umuyordum, evde kös kös oturacağımızı hiç tahmin etmiyordum” deyip suratını asıyor. Kadın normalde eşinin kendisine emek vererek ve uğraşarak bir sofra hazırlamasını çok önemli bulurken, sürprizin olduğu gün belki tamamen içinde bulunduğu moddan (güne has koşullardan) belki de bu konudaki tercihinin kalıcı olarak değişmesinden* dolayı artık bu “çok güzel hareket”i beğenmemesi bir nevi bir zaman tutarsızlığı vakasıdır.

Zaman tutarsızlığı olgusu kişinin diğer kişi(ler) üzerindeki inandırıcılığını azaltır. Gerçi örneğimizdeki durumda kadına kocası genelde dengesiz ya da sağın solun belli olmuyor der ama bu konumuzun tamamen dışında. Adamın gözünde kadının istekleri belirsizleşir. Kadın ilerde bir gün ben şöyle bir şey istiyorum, böyle bir şey istiyorum, evimizi şu renge boyatmak istiyorum vs. dediği zaman adam normalde sırf onu mutlu etmek için tamam sevgilim, öyle olsun diyecekken, acaba gene dengesizliği tutar da duvarları boyatınca gene beğenmez de huysuzlanır mı diye geçirir kafasından.

Bu konuda Gregory Mankiw’in güzel bir örneği vardır, aktarmak istiyorum. Teröristlerle devletin rehine pazarlığı yapması ile ilgili bir örnek. Pek çok ülkede bu konudaki devlet politikası teröristlerle rehine pazarlığı asla yapılmaz şeklindedir. Böyle bir politikanın duyurulmasının sebebi teröristlerin bu işe hiç girmemelerini sağlamaktır; çünkü eğer sonuçta birilerini kaçırıp rehin almaktan herhangi bir şey kazanmayacaklarsa rasyonel teröristler kimseyi kaçırmaz. Yani bir başka deyişle bu politikanın duyurulmasının amacı teröristlerin önce beklentilerini sonra da bu yolla davranışlarını etkilemektir. Eğer kamu otoritesi katı bir şekilde bu politikaya bağlı kalmazsa, politikadan beklenen sonuç pek de oluşmaz. Ancak bu durumda teröristler, bu politikaya rağmen eğer birilerini kaçırırlarsa kamu otoritesinin üstünde bir baskı hissedeceğini ve (günü kurtarmak için) rehinelerin serbest bırakılması konusunda bazı girişimlerde bulunacağını bilirler. Rasyonel teröristlerin bu işe girişmelerini kesin olarak önlemenin tek yolu kamu otoritesinin elinden bu konudaki karar verme esnekliğini almak ve teröristlerle pazarlık yapılmaz kuralını kesinlikle çiğnenemez bir biçimde uygulamaktır. Eğer gerçekten kamu otoritesi ne olursa olsun bu gibi durumlarda inisiyatif alıp pazarlık masasına oturamazsa, teröristler de rehine kaçırmanın getirisinin sıfır olduğunu belleyecekler ve bu işlere hiç girmeyeceklerdir.

Zamandan zamana, durumdan duruma düşünceler, öncelikler, tercihler değişmezse kamunun inandırıcılığı ve dolayısıyla beklentileri etkileme gücü maksimum düzeye çıkar.

Zaman tutarsızlığı problemi ekonomide genelde para politikasını uygulanmasında söz konusudur. Günümüzde para politikasının ekonomiyi etkileme kanallarından belki de en önemlisi beklenti kanalıdır. Merkez bankası bir hedef belirleyip o hedefe uygun olarak para politikası araçlarını kullanır. Eğer merkez bankası hedefe sürekli olarak ulaşamıyorsa veya hedefe ulaşmak için uygulaması gereken para politikasına uygun olmayan işlemler yapıyorsa halkın gözünde inandırıcılığı ve bu nedenle de beklentileri etkileme gücü azalır. Beklentileri etkileyemediğinde bir hedefe varabilmek için harcadığı çabanın maliyeti daha artar**.

Bugünlerde dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunda merkez bankaları monetarist ekolün etkisi altında. Para politikasının ekonomik büyümeyi, tam istihdamı sürekli olarak sağlayamayacağı, parasal genişlemenin uzun vadede tek etkisinin artan fiyatlar olacağı düşünülüyor (bkz. Beklentileri İçeren Philips Eğrisi Analizi). Bu nedenle de merkez bankaları sadece enflasyonla mücadeleyi temel amaç olarak alıyorlar. Enflasyon kontrol altına alındığında ve düşük seviyelerde istikrara kavuşturulduğunda belirsizlikler ve risklerin ortadan kalkacağı, finansal piyasaların daha sağlıklı işleyeceği, bunun da büyüme ve tam istihdamı kalıcı bir biçimde destekleyeceği düşünülüyor.

Özellikle enflasyon hedeflemesi rejimi uygulayan Türkiye gibi ülkelerde beklenti yönetimi bir merkez bankasının en önemli para politikası uygulamasıdır. Eğer merkez bankası enflasyonu kontrol altına alacağını vaat ediyorsa kamuoyuna bu hedefine nasıl ulaşacağını da açıklar. Bu açıklama kamuoyunca inandırıcı bulunursa beklentileri etkilemeyi başarır.

Fiyat istikrarını hedefleyen banka herhangi bir nedenle sonradan ekonomik büyümeyi ya da tam istihdamı desteklemek üzere para politikasını gevşetirse kendisine inananları bir nevi kandırmış olur. Bu tam anlamıyla bir zaman tutarsızlığı durumudur. Merkez bankasının enflasyona izin vermeyeceğini düşünerek her türlü faaliyetini ona göre ayarlamış olanlar aldatılmış olurlar. Bu politika sonucunda doğal olarak enflasyon hedefinden sapma da görüldüğü anda para otoritesinin inandırıcılığı ciddi zarar görür. Gelecek dönemlerde beklentileri etkileme gücü azalır.

Şu an TCMB’nin ekonomik beklentileri yönlendirme gücünde hem başarısız enflasyon sonuçları, hem fiyat istikrarının iyiden iyiye ikinci plana atılması, hem de kredi kanallarında ortaya çıkan tıkanmalar nedeniyle bariz bir zayıflama var. Bugün Türkiye’de kimse beni seneye %6,5’lik enflasyon hedefinin tutacağına inandıramaz. Kredibilite çok zor elde edilen ama çok kolay kaybedilen bir şey.

Bu konuya devam edeceğim.

MD



* Kadının tercihinin kalıcı olarak değişmesi: Emekmiş, düşünceymiş bunlara önem vermeyip, gösteriş, eğlence vb. gibi şeylerin artık o kadın için öneminin artması; somut şeylerin soyut duygu ve düşüncelere baskın gelmesi; kadının fayda fonksiyonundaki katsayıların değişmesi gibi nedenlerle olabilir.

** Hedefi tutturmanın maliyeti: Kısa vadede enflasyonla istihdam arasında bir seçim yapmak gerekir, enflasyonu düşürmek için işsizliğin artmasına ve iktisadi faaliyetlerin azalmasına razı olmak gerekir. Ya da işsizlik oranını düşürmek için enflasyonun artmasına göz yummak gerekir. Günümüz merkez bankacılığı anlayışı enflasyonla mücadele olduğundan ilk durumu ele alalım, Merkez Bankası ne kadar inandırıcı ve beklentiler üzerinde etkiliyse o kadar az faiz artırımı ve o kadar az iktisadi faaliyet kaybıyla enflasyonu düşürebilir. İnandırıcılığı olmayan bir merkez bankası ise, söz gelimi, kısa vadeli faiz oranlarını 3 – 4 puan arttırarak anca enflasyonda 1 puanlık düşüş sağlayabilir. Bundan dolayı enflasyonu düşürmenin iktisadi faaliyette büyük miktarda kayıp, işsizlikte önemli miktarda artış, reel faizlerde aşırı yükselme gibi maliyetleri oluşur.

Faiz üzerine (1)

(Not: Niyetim kesnlikle fetva vermek değildir, faizin yanlış anlaşılan bir yönünü ortaya koymak tek amacımdır bu yazıda)
Faiz, sıkça tartışılan ve ne olduğu konusunda tam olarak uzlaşmaya henüz varılamamış bir kavram.

Kimine göre faiz bugünkü tüketimden vazgeçmenin bedelidir (imsak teorisi). Elinizde para var, parayı harcayarak bir şeyler satın alabilir ve her ne aldıysanız onu tüketerek fayda sağlayabilirsiniz. Ama eğer o parayı daha sonra geri almak üzere birine verirseniz, hem o süre içinde satın alma gücünden mahrum kalırsınız, hem hayat belirsiz belki ölürsünüz ve parayı hiç kullanmamış olursunuz, belki parayı verdiğiniz kişiden geri alamazsınız, belki paranın satın alma gücü düşer aynı parayla daha az şey satın alabilirsiniz… Belki parayı işletecek ve o süre içinde daha fazla gelir elde edecektiniz, parayı başkasına kullandırttığınızda bu kardan mahrum kalacaksınız. Bu kadar fedakârlığın elbet bir bedeli olmalıdır.

Kimisi faizden söz ederken, elinde parası olanın zor durumdakine parayı kullandırtmak karşılığında istediği fahiş avantayı kasteder. Yani bir nevi tefecilerin yaptığı zavallıları yolma işlemindeki acımasız bedeli. Şimdilik faizin bu haksız ve acımasız güdülerle uygulanmadığını ve fahiş düzeyde olmadığını, tam olması gereken düzeyde olduğunu düşünelim.

Modern dünyada normal ekonomik rejimlerde faiz denince akla gelmesi gereken şey ekonominin dişlileri arasına dökülen yağ olmalıdır. Faiz yoksa ortada finansal sistem de olmaz. Dişliler zor döner, dönerken aşınır, yıpranır, kırılır, makine bozulur. Bunun getireceği tek şey ekonomide ilkelleşmedir.

Daha önce bankaların olmaması durumunda ekonominin nasıl olacağı konusunda bir şeyler yazmıştım. Faizin olmaması bankaların olmamasını da beraberinde getireceğinden orada bahsettiğim her türlü olumsuzluk bu durumda ortaya çıkacaktır. Yani dolaylı finansman sistemi* otomatik olarak sıfırlanacaktır. Ancak faizin eksikliği, ekonomideki payı zaten çok az olan, doğrudan finansmanı da minimum düzeye indirecektir çünkü kimse gelecekte alacağı 1 lirayı bugün alacağı 1 liraya tercih etmeyecektir. Ancak çok güvenilen, sevilen kişilere olabildiğince az miktarda ve çabuk geri almak üzere borç verilmesi söz konusu olacaktır.

Eğer faiz sayesinde, aklında çok verimli ve yüksek katma değerli iş fikirleri olan kişiler borç alabiliyor ve bu parayı kullanarak iş yapıyor, yatırım yapıyor, dükkan açıyor, fabrika açıyor, iş büyütüyor, istihdam yaratıyor, ülkenin atıl kaynaklarını faaliyete geçiriyor, devlete vergi geliri yaratıyor, ülkenin iktisadi refahına katkıda bulunuyorsa;

Eğer faiz sayesinde, aslında iyi çalışan, iyi işleyen, istihdam yaratan, devlete vergi geliri sağlayan işletmeler rahatlıkla borç bularak çeşitli dönemsel olumsuz koşullardan kaynaklanan geçici nakit sıkıntısı gibi nedenlerle pisi pisine batmak gibi risklerden kurtuluyorsa;

Eğer faiz sayesinde, kişiler acil ihtiyaçları için borçlanarak büyük zararlar görme riskinden korunabiliyorsa, şimdi tüketmenin gelecekte tüketmeyi beklemekten çok daha faydalı olacağı durumlarda kişiler rahatlıkla borçlanabiliyor ve (ömür boyu toplam) faydalarını maksimize edebiliyorlarsa;
Eğer faiz sayesinde, elinde ihtiyacından fazla parası olup bu parayı verimli bir şekilde kullanabilecek yeteneği olmayan kişiler (ya da para miktarının küçüklüğünden dolayı verimli kullanılması mümkün olmayan durumları da düşünebiliriz) bu paralarını güvenle borç verebiliyorsa faizin toplumsal faydayı bozan bir olgu olduğunu söylemek pek mantıklı olmaz.

Kısacası faiz olgusu sayesinde daha çok işyeri açılıyor, daha çok para kazanılıyor, daha çok üretiliyor, daha çok iş bulunuyor ve daha çok tüketiliyor, refah ve yaşam standardı artıyor.

Bu yönüyle faizin, fonların ekonomi genelinde verimsiz alanlardan verimli alanlara akmasını sağlayan çok önemli bir araç olduğu açıktır. Faiz, kendisi belki “anaparaya eklenen maliyet” tanımından yola çıkarsak ekonomiye giren ek bir yüktür, belki çalışmadan kazanılan paradır** ancak ekonomik işleyişin verimliliğini kat kat arttıran bir araç olması ve böylelikle ülkenin toplam iktisadi refahını da kat kat arttırması nedeniyle faydası maliyetinden fazladır.

Düşünüyorum da beyaz yakalı çalışan diye tabir edilen (beyin işçileri) kişilerin faiz kavramından ne farkı var? Faiz ne kadar erdemliyse, etikse, ahlakiyse biz beyaz yakalıların varlığı da en fazla o kadar erdemli, etik ve ahlaki. Bir fabrikada malları üretenler işçilerdir. O fabrikada çalışan mühendis tutup kollarını kullanarak üretim yapmaz. Genellikle masasında oturur, terlemez, ama bilgisayarında yaptığı hesaplarla, dizayn ettiği şeylerle 200 işçinin yapacağı üretimi 100 işçinin yapmasını sağlar. Bu mühendisin maaşı eğer 100 işçi maaşı veya daha üzerinde değilse “hiçbir iş yapmadığı” halde fabrikaya faydası vardır.
Faiz üzerine söylemek istediğim birkaç şey daha var, devam edeceğim.
MD

* Dolaylı finansman sistemi: Fonların, elinde kullanmadığı fazla parası olanlardan karlı/verimli iş yapmak veya (optimal tüketim zamanlamasını yakalamak üzere) tüketmek amacıyla para ihtiyacı olanlara bankalar ve diğer finansal kuruluşlar aracılığıyla güvenli, hızlı ve verimli biçimde akması.

** Çalışmadan kazanılan para: Aslında öyle değildir çünkü bankaya borç verilen para o parayı kullanarak gelir ya da fayda elde edecek olan kişi ya da işletmeye bir nevi sermaye konulmasıdır. Sermaye en az girişim ve emek kadar önemli bir üretim faktörü olduğuna göre ve o sermaye geçmişte kazanılan paraların bugünkü toplamı olduğuna göre faize karşılıksız kazanç demek pek kolay değildir.

26 Aralık 2008 Cuma

Enflasyon vergisi

(Not: 13 Kasım 2008'de yazıldı. Girişteki tanım kısmen alıntıdır)

Para, parayı basıp piyasaya süren devlet açısından yükümlülük, parayı elinde tutan ve kullanan kurumlar ve kişiler açısından ise bir varlıktır. Enflasyon, paranın satın alma gücünü düşürdüğü için parayı ihraç eden devletin yükümlülüğünü, parayı elde tutanların ise varlığını reel olarak azaltır. Bu anlamı ile enflasyon, gelir elde eden açısından vergi özelliği taşımakta, dolayısıyla vergi gibi satın alma gücünün devlete transferine neden olmaktadır.

Kısacası enflasyon vergisi, elinde para bulunduranların fiyatlardaki artıştan dolayı satın alma güçlerinin enflasyon nisbetinde ellerinden çıkmasıdır.

Enflasyon vergisini daha ziyade düşük gelirli kesim, sabit gelirli çalışanlar ve fiyatı doğru belirleyemeyenler öder.

Düşük gelirli kesim parayı faiz ve benzeri finansal araçlara yatıramayıp yalnızca harcamalarında kullandığından dolayı fiyatlardaki genel bir artış (enflasyon) doğrudan düşük gelirliyi etkiler. Oysa yüksek gelirli kesimin elindeki para enflasyona paralel olarak finansal araçların nominal getirisinin artmasıyla değerini korur. Böylelikle enflasyon vergisi pek yüksek gelirliyi vurmaz.
Sabit gelirli kişiler, örneğin memurlar ve işçiler (genelde aynı zamanda düşük gelirli grubuna dahildirler ayrıca), yaptıkları iş sözleşmelerinde yazan parayı her ay elde ederler ancak iş parayı harcama tarafına geldiğinde mal ve hizmet fiyatlarını bağlayan herhangi bir şey yoktur. Bu nedenle enflasyonda bu kişilerin gelirleri artmaz, giderleri artar. Maaşlar eşel-mobil sistemi gibi birebir enflasyona endeksli değilse sabit gelirliler enflasyon vergisinden birebir nasibini alırlar.

Fiyatları doğru belirleyemeyenler enflasyon vergisine maruz kalır. Gelecekte belli bir periyoda yönelik sonuç doğuracak her türü sözleşme yapanlar enflasyon vergisi ödeme ihtimali ile karşı karşıyadır. Örneğin, iş sözleşmesi yapan bir işçi belli bir aylık ücret üzerinden işverenle anlaşır, bankaya para yatırıp mevduat hesabı açtıran bir kişi gelecekte belli bir tutarda faiz almak üzere bankayla anlaşır, kira sözleşmesi yapan bir ev sahibi sözleşmede yazan kira tutarını her ay almak üzere kiracısıyla anlaşır. Elbette ki bu anlaşmalar yapılırken taraflar gelecekte eflasyon olgusunu da dikkate alırlar ve fiyatı ona göre belirlerler. Buna rağmen enflasyon bu anlaşmaları yapan kişilerin bekledğinden yüksek olursa işçinin elde ettiği ücret, mudinin elde ettiğ faiz geliri, evsahibinin elde ettiği kira geliri reel olarak elde etmeyi umduklarının altında kalır. Böylece enflasyonu yanlış fiyatlayanlar enflasyon vergisine maruz kalır.

Enflasyon gelecekte elde edilecek gelirler konusunda her daim dikkate alınmalıdır. Bundan 10-15 sene önce bankalar yıllık %100 faiz veriyorlardı şimdi ise %15 veriyorlar buna göre eskiden bankaya para yatırmak daha mı karlıydı? Ya da o zamanlar ücretler yılda %50 artıyordu şimdi %10 artıyor, eskiden patronlar maaşlara daha mı iyi zamlar yapıyorlardı da 5-6 senedir ekonomi bozuldu, piyasanın tadı tuzu yok diye az zam yapıyorlar?

MD

TCMB'nin (1.25 puanlık) faiz indirimi ekonomimizi nasıl etkiler? Parasal Aktarım Mekanizması

(Not: 21 Aralık 2008'de yazıldı)

Televizyonlarda sıkça duyuyoruz, FED faizleri bilmemkaç baz puan indirdi, TCMB faiz indirimine gitti vs. Peki merkez bankaları bu oranları neden değiştiriyor? Neyi amaçlıyor?

Ülkemizi ele alalım. TCMB, para politikasını uygulamak üzere gecelik borçlanma, gecelik borç verme, geç likidite imkanı (borç verme ve borç alma şeklinde), İMKB repo-ters repo pazarında uygulanan (ters) repo faiz oranını ve reeskont faiz oranını belirler. Bu oranların tamamı kısa vadeli faiz oranlarıdır.

Gecelik borçlanma faiz oranı TCMB’nin ticari bankalardan (Akbank, İş Bankası, Finansbank, Halkbank vs.) 1 gün vadeli borç (kredi) alması karşısında ödeyeceği faiz oranı. TCMB ilan eder bu oranı ve fazla fonu olan banka getirip bana bu faizden verip parayı o günlük değerlendirebilir der. (Önceki gün %16.25’ten %15’e indi)

Gecelik borç verme faiz oranı: TCMB’nin ticari bankalara geçici nakit sıkıntıları olması durumunda 1 gün vadeli (yani gecelik) vermeyi taahhüt ettiği borca uyguladığı faiz oranıdır. (önceki gün %18.75’ten %17.5’e indi)

Geç likidite penceresi: TCMB’nin normal olarak bankalar arası para piyasasında gecelik borç alması ve gecelik borç vermesi işlemleri 09:00 – 16:00 arasında gerçekleşir (yani eft sisteminin çalıştığı saatler). Eğer bir banka bu normal saatler içinde işlem yapmayıp nakit ihtiyacı veya nakit fazlası sonradan çıkarsa saat 16:00 – 17:00 saatleri arasında geç likidite imkanından yararlanır. Yani geç likidite imkanları gecikmeli olarak gecelik borçlanma ya da borç verme işlemleridir. Tabi bu nedenle faiz oranları ticari bankalar için daha dezavantajlıdır. (saat 16.00–17.00 arası gecelik vadede uygulanan Merkez Bankası borçlanma faiz oranı önceki gün %12,25’ten %11’e, borç verme faiz oranı ise %21,75’ten %20,5’e indi)

Faiz oranında yapılan bir değişme ekonomiye pek çok kanaldan etki yapar. Bunlardan en önemli 3 tanesi tüketim, yatırım ve beklenti kanallarıdır. Bunun dışında servet kanalı, döviz kuru kanalı vb. gibi daha pek çok kanal bulunmaktadır.

Tüketim kanalı: TCMB’nin kısa vadeli faiz oranlarında yapacağı bir indirim bankaların Merkez Bankasından daha ucuza (düşük faizle) borç alması demek olacağından bankaların kaynak maliyetini etkiler*. Böylelikle bankalar daha düşük faizle ve daha bol ihtiyaç, konut ya da oto krdisi gibi tüketici kredileri verebilirler. Böylelikle ekonomide tüketim mallarına olan talep artar. Buna bağlı olarak tüketim mallarında fiyat ve satış miktarda artış görülür.

Yatırım kanalı: Bankaların kaynak maliyetlerindeki düşüş tüketici kredilerini ucuzlattığı gibi benzer şekilde yatırım, proje ve işletme kredilerini de ucuzlatır. Bankalar ucuza kaynak bulabildikleri için işletmelere de daha bol ve ucuza kredi verebilir. Daha ucuz ve daha bol kaynak bulabilen işletmeler daha fazla projeye girer, daha fazla yatırım yapar, üretim kapasitesini büyütmek üzere daha fazla para harcar. Sonuçta kaynak maliyeti ucuzladığından karlar artacak, karlı proje sayısı yükselecektir. Banka kredilerinin ucuzlamasının yanında ayrıca faiz indiriminden dolayı alternatif finansal yatırımların getirileri düşeceğinden reel yatırımlar daha cazip hale gelir. Firmalar mevduatlarını, repolarını, tahvillerini ve faiz getiren diğer her türlü plasmanlarını bozdurarak iş yapmak üzere kullanır, yatırımlara girişir. Her iki olgu sonucunda yatırım mallarına** olan talep artar. Buna bağlı olarak yatırım malları fiyat ve satış miktarlarında artış görülür. (Yatırım kanalının tüketim kanalına göre önemli bir farkı vardır. yatırım harcamaları ekonomide muhakkak ki toplam talebin bir parçasıdır ancak bu harcamalar sonucunda ekonominin üretim kapasitesi artacağından ertesi dönemlerde yatırım harcamaları arz artışına da yol açar. Böylelikle faiz indiriminin yatırım kanalından iktisadi faaliyetlere etkisi uzun vadede enflasyonist olmaz.)

Beklenti kanalı: Tüketim, yatırım, servet, dış ticaret-döviz kuru gibi kanalların varlığının bilinmesine bağlı olarak faiz oranı değişikliklerinin maksadının ekonomideki tüm bireyler tarafından bilinmesi/tahmin edilmesi bireylerin iktsadi davranışlarını etkiler. Krediyle işi olsun olmasın her kişi ya da işletme faiz kararlarından etkilenir. Sonuçta Merkez Bankası faiz oranlarını bir araç olarak kullanmaktadır ve bu faiz oranlarını değiştirirken tüm ülkeye açıkça mesaj verir, Merkez Bankasının gücü, ekonomi üzerindeki etkinliği ve geçmiş icraatlarına bakarak kişiler ve kurumlar bu hareketleri adeta “izler” ve ona göre hareket eder. Merkez Bankası yeterince etkili ve güçlüyse faiz indirimi illa ki ekonomide canlandırıcı etki yapar diye düşünür insan. Faiz indiriminin ekonomide canlanma yaratacağının bilinmesine dayanarak kişilerde ister istemez bir rahatlama, bir güven, bir iyimserlik oluşur ve bu da kişinin daha rahat harcama yapmasına, harcama yapmadan önce iki kez değil de bir kez düşünmesine yol açar. Benzer şekilde işletmelerin ekonomide canlanma beklentisine paralel olarak daha rahat yatırım yapması, daha çok müşteri bekleyerek üretimi arttırması, ölçek büyütmesi, daha fazla kişi çalıştırması çok normaldir. Beklenti kanalı sayesinde Merkez Bankasının faiz kararları yalnızca kredi alan kişi ya da kurumlar özelinde değil tüm ekonomide etki yaratır.

Belirttiğim kanalların tamamında faiz oranındaki düşüş ekonomideki toplam talepte artışa yol açıyor. Zaten faiz kararları tamamen talep etkileyici politikalardır. Toplam talebin artışı ekonomide kısmen fiyatlarda, kısmen de iktisadi faaliyette artış yaratır. Bu artışın ne kadarının fiyatlara (yani enflasyona) yansıyıp ne kadarının miktara (yani milli gelire) yansıyacağını arz koşulları belirler. Ekonomi eksik istihdam düzeyinde, üretim eksik kapasitede ise ve iktisadi faaliyet düzeyinin olması gerekenin altında olmasından dolayı fazla mal stokları bulunuyorsa yatay (Keynesyen) toplam arz eğrisinden söz edilebilir. Bu durumda faizin uyardığı talep artışı atıl kapasiteyi harekete geçirmek, fazla stokları eritmek gibi nedenlerle büyük oranda miktara etki ederek milli geliri arttırır. Fiyatlarda ise önemli bir etki yaratmayarak enflasyon artışına yol açmaz. Oysa ekonominin zaten canlı olduğu, üretimin tam kapasite ile yürütüldüğü, tam istihdam söz konusu olduğunda iktisadi faaliyet düzeyinin yüksekliğinden dolayı işletmelerin fazla stokları da bulunmuyorsa (yani rafa konan ürün hemen satılıyorsa) dikey (Klasik) toplam arz eğrisi söz konusudur. Bu durumda talep artışı üretimi pek fazla etkilemeyip etkisini fiyatlar üzerinde gösterecek ve enflasyona neden olacaktır.

Merkez Bankası 2001 yılından itibaren temel amacını fiyat istikrarı olarak belirlemiş olsa da ister istemez bazen bu amacını ikinci plana atıp ekonomik büyüme ve tam istihdamı sağlamaya yönelik tedbirlere ağırlık veriyor. İçinde bulunduğumuz koşullarda eksik istihdam ve talep yetersizliği koşullarının bulunduğu su götürmez bir gerçek. Ayrıca da ekonominin arz cephesinde en önemli maliyet kalemlerinden olan akaryakıt fiyatlarında meydana gelen düşüşler maliyet enflasyonu (dolayısıyla stagflasyon) konusundan pek endişe etmememiz gerektiğini gösteriyor. Zaten talep eksikliğinin tek başına bile enflasyonu bir hayli düşüreceği düşünülüyor. Sadece bu çerçeveden bakarsak TCMB’nin yaptığı faiz indirimi gayet yerinde gibi görünüyor. Ama alkol şişede durduğu gibi.durmaz derler ya, eğer faiz indirimlerinin ayarı fazla kaçarsa TCMB kaş yapayım derken göz çıkarabilir. Sonuçta enflasyonu düşüreceği beklenen dışsal etkenlerin hep böyle devam edeceğine güvenemeyiz. Örneğin yarın OPEC petrol üretiminde iyice kısıntıya gider ve fiyatların yükselmesini sağlarsa ne yaparız? Döviz kuru artışlarının gecikmeli etkileri*** de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayınca enflasyon mevzusu bana "acaba..." dedirtiyor. Temel hedefinin enflasyon olduğunu açıklayan bir Merkez Bankası kendi eliyle kendi politikasına ters kararlar alarak oynadığı kumarı kaybederse cidden zor durumda kalabilir****. Hatta daha da kötüsü ülkemizdeki bankaların belirsizlikler ve yurtdışı örneklerden etkilenerek risk algılarını iyice düşürmesi ve kredi vermekte isteksiz davranmaya devam etmeleri yazının en başında anlattığım tüm kanalları tıkar. Sadece örnek olarak verdiğim bu iki durum gerçekleşse faiz indiriminden beklenen sonuç (ekonomide canlanma) gerçekleşmediği gibi istenmeyen yan etkiler de (enflasyon) ortaya çıkabilir. Bunlar gibi pek çok etken olduğunu da dikkate alınca TCMB'yi cesaretinden ötürü kutluyorum, %1.25'lik faiz indiriminin biraz fazla olduğunu düşünüyorum.

MD

*Ucuzlayan fon kaynakları: Aslında bankalar bu durumda sadece Merkez Bankasından ucuza borç bulmazlar, Merkez Bankasının faiz indirmesi hem para hem sermaye piyasalarını eş anlı etkiler ve finansal yatırımlardan beklenen getirileri düşürür. Finansal piyasalara yönelen para miktarı artacağından ödünç verilebilir her türlü fonun faiz oranında düşmeye yol açar. Böylelikle ülkedeki her türlü fon kaynağı (TCMB'den alınan borçlar, diğer kurumlardan alınan krediler, toplanan mevduat, satılan tahviller, hisse senedi fiyatları vs.) ucuzlar. Faiz ve her türlü getiri oranları birlikte hareket etme eğilimindedir. Merkez Bankasının değiştirdiği faizler anında piyasadaki diğer tüm faiz oranlarını aşağı yukarı aynı oranda değiştirir.

** Yatırım malı derken makine, teçhizat, atölye ve fabrika gibi üretim tesisleri (inşaatı), uzman personel istihdamı vb, kavramlar anlaşılmalıdır. Berberin dükkânını büyütüp bir koltuk daha koyması ve hatta bir de kalfa istihdam etmesi buna tipik bir örnektir.

*** Kur artışının enflasyona gecikmeli etkisi: Hepimiz görüyoruz hala ülkemizde pek çok yerde fiyatlar dövize endeksli, önceden alınan mallar bitince, yeni kurlardan ithal edilen ürünler satılmaya başlanınca fiyatlara ne olacak. Ayrıca sanayi sektörümüzün üretimde kullandığı ara malların büyük bölümünün ithal olması da kurların enflasyona yansımasını güçlendirecek.

**** Verilen sözler ve vaat edilen hedeflerin tutmaması: Gerçi yabancı ülkelerde olsa buna zaman tutarsızlığı derler ama bizde ne olursa olsun bu durum zaman tutarsızlığı olarak görülmüyor. Her durumda Merkez Bankasının öne sürdüğü her türlü mazeret kamuoyunca kabul ediliyor …

Dolar bence 2 lira olur!! Denge kur ve satınalma gücü paritesi...

(Not: 3 Aralık 2008'de yazıldı)

Önceki hafta dış ticaret dengesi ile döviz kurları arasındaki ilişkiye ve Marshall – Lerner koşuluna değinmiştim. Maalesef her zaman kurları bahane eden ihracatçı kesimimizin aslında kurları sorun etmemesi gerektiği ve kurlarla ilgileneceğine asıl işine odaklanması gerektiğini belirtmiştim. Aslında yazıyı iyice uzatmamak ve konuyu dağıtmamak için bunun gerekçesini belirtmemiştim, şimdi belirteyim.

Döviz kurları kendi haline bırakılırsa kısa vadede aşırı değerlenebilir, aşırı değer kaybedebilir, olması gerektiği seviyede olabilir ancak uzun vadede mutlaka “denge seviyesi” denen gerçek değeri civarında olacaktır. Döviz kurları kendi haline bırakılmazsa, diğer bazı ekonomik değişkenleri kontrol etmek adına ve hatta bazı kesimlerin istekleri doğrultusunda manipüle edilirse dengeden sapma sürekli hale gelebilir. Örneğin Türkiye’de 2001’den beri başta dolar ve euro olmak üzere döviz kurları olması gereken düzeyin sürekli altındaydı. Böyle durumlarda dahi bir gün artık kur dengesizliğini sürdürebilecek ekonomik koşullar ortadan kalkar ve kurlar gerçek değerlerine doğru gerilmiş bir yaydan serbest kalan ok gibi olması gereken seviyeye fırlar. Geçmişte ülkemizde pek çok devalüasyon yaşandı (2001’den önce sabit kur rejimi uygulandığından dolayı döviz kurunun değeri devletin aldığı idari bir kararla değişebiliyordu), bu devalüasyonlar hep yukarıda anlattığım nedenlerle yapılmıştı.

Sonuçta öyle ya da böyle kurlar gerçek değerleri civarına dönerler, bu süre 3 gün de olabilir, 3 ay da olabilir, 3 yıl da olabilir. Ama bir gün mutlaka kur fırlar. Kurların istikrarlı ve düşük seyretmesine güvenip de döviz cinsinden kısa vadeli borçlanırsanız işiniz şansa kalır, borcunuzun vadesinde henüz kurdaki düzeltme hareketi gerçekleşmemişse çok ballısınız, ucuza hatta nerdeyse bedavaya (Japon yeni ve isviçre frangında faizler inanılmaz düşüktür hele de Türk lirası faizlerine göre) borçlanıp işinizi görmüş olursunuz. Ama uzun vadeli borçlanırsanız (örneğin konut kredisi, proje kredisi ya da uzun vadeli işletme kredisi alırsanız) kurtuluşunuz yok, öyle ya da böyle kredinizin vadesi dolmadan kurdaki düzeltme size vurur, nerdeyse bedavaya getirdiğiniz kredinin borcu birden katlanır... Dua edin de en azından piyango kredinin sonlarında falan vursun. Ama unutmayın kaçışınız yok...

Kurda denge düzeyi hesaplamanın en basit ve geçerli yöntemlerinin başında “satın alma gücü paritesi” yöntemi gelmektedir. Bu yönteme göre döviz kurunun herhangi bir etki altında olmayıp doğal bir düzeyde (yani denge değerinde) olduğu bir tarih referans alınarak kur her iki ülkedeki enflasyon arasındaki fark kadar arttırılarak bugünkü denge değeri hesaplanır. Örneğin USD/YTL kuru 1.20 iken dengedeyse ve o tarihten bu yana Türkiye’de enflasyon %50, ABD’de enflasyon %10 olmuş diyelim. Geçmişteki 1 doların bugünkü 1.10 dolara eşit olduğu ve geçmişteki 1.20 liranın bugünkü 1.80 liraya eşit olduğundan hareketle bugünkü denge kurunun 1.80/1.10 = 1.64 olması gerektiği sonucuna varabiliriz.

Bu yöntemde iki önemli sorun vardır. Bunlardan ilki her iki ülke için enflasyonu tespit eden uygun fiyat endeksinin seçimi, ikincisi ise kurun geçmişte dengede olduğunu varsayacağımız referans tarihin seçimi. İlk sorun nispeten kolaydır çünkü aşağı yukarı her ülkede enflasyon olarak TÜFE kullanılmaktadır. ÜFE’nin hizmet sektörü fiyatlarını dışlaması, GSYH deflatörünün bazı tercih edilmeyen mallara fazla ağırlık vermesi gibi nedenlerle TÜFE enflasyonlarını kullanmak mantıklıdır. Ancak referans tarihin seçimi gerçekten çok önemlidir. Bu tarih öyle bir tarih olmalıdır ki iki ülke ekonomisi de eş anlı olarak anormal bir dönemde olmamalı, kurlara etki eden özel etkiler olmamalı (çok yüksek reel faiz ve çok yoğun sermaye girişi gibi) veya en azından kura etki eden etmenler iki ülkeyi birebir aynı şekilde etkilemelidir. Bu şartları özellikle Türkiye için taşıyan bir yıl bulmanın zorluğundan hareketle bir iki alternatif yöntem önerebilirim.

- Kurların aşırı dalgalanmadığı bir dönemde uygun bir tarih seçmek ve bu tarihe göre denge kuru hesaplamak.

- Enflasyon ve kur grafiklerini yan yana koyup nispeten istikrarlı bir dönem seçmek ve bu dönemin başı, ortası, sonu ile denge kurunun maksimum ve minimum kılan günlere göre denge kurları hesaplayıp bunların ortalamasını almak.

- Bir konjonktür dalgasının trendle kesiştiği bir dönem seçmek ve yukarıda açıkladığım şekilde denge kuru hesaplamak.

Ben Türkiye ve ABD ekonomileri için kur ve enflasyon grafiklerini inceledim, 2001’de dalgalı kur rejimine geçtiğimiz dönem ve sonrasındaki geçiş dönemini de dikkate alarak kendime göre bir denge kuru hesapladım. Ama bu kurdan önce referans seçilen bazı tarihlere göre bugün denge kurunun ne olması gerektiğini söylemek istiyorum.

- Eğer dalgalı kur rejimine geçtiğimiz Şubat 2001’i referans alırsak denge dolar kuru 2.22,

- Mart 2001’i dikkate alırsak 2.75,

- 2001 yılsonunu dikkate alırsak 2.71,

- Örtülü enflasyon hedeflemesine geçilen 2004 yılbaşını dikkate alırsak 1.78,

- Ekonomide 2001’den sonraki ilk ciddi türbülansın yaşandığı Mayıs 2006’yı dikkate alırsak 1.87,

- Şubat 2001 – Haziran 2006 dönemi dikkate alınıp ortalama olarak denge kur hesaplanırsa 2.14 olurdu.

Bana en uygun periyod olarak görünen Ocak 2003 – Aralık 2005 dönemine göre hesaplanan denge kuru ise 1.99 Buna esas teşkil eden hesaplamaya ilişkin verileri de aşağıda veriyorum:

Tarih US CPI* USD/YTL kuru TÜFE* Bugünkü denge kuru
Ocak 2003 106.50 1.65584 311.89 2.38
Haziran 2004 110.80 1.48875 352.83 1.97
Aralık 2005 114.40 1.34571 403.64 1.61
Ortalama 1.99

Demeye çalıştığım şey şu ki; dolar kısa vadede ne olur bilemem ama orta ve uzun vadede 2 YTL’ye doğru hareket etmeli. 2 lira hem psikolojik sınır hem de bilimsel olarak hesaplanan düzey. (Hatta ABD'de bugün itibariyle faizlerin %1 gibi komik derecede düşük düzeyde olduğu ve bundan sonra artık ancak yükseleceği de dikkate alınırsa doların dünya genelinde değerlenmesini beklemek hiç de şaşırtıcı olmaz)

Kurun denge düzeyine ilerlemesini ancak arz talep koşullarına yapılan müdahale engelleyebilir.Bunun için de ya ülkemize yabancı sermaye/sıcak para girişi olmalı ya da TCMB elindeki rezervleri kullanarak piyasadaki dolar miktarını bollaştırmalı. Tabi sermaye girişi durduğunda ya da TCMB piyasaya dolar vermeyi kestiğinde dolar da yavaş yavaş dengesine doğru tekrar yükselmeye başlayacak. Bu aralar hatta en az bir 2 yıl falan yabancı sermayenin pek de ülkemize gelmek için can atmayacağını düşünürsek TCMB'nin 2 yıl kadar sürekli piyasaya dolar vermesi halinde dolar 2 liraya çıkmaz.

Küçük bir bilgi daha vereyim, TCMB'nn toplam uluslararası rezervleri 70 milyar dolar ve Türkiyenin önümüzdeki iki yıl için cari açık beklentisi aşağı yukarı 50'şer milyar dolar civarında. Yani TCMB bir sene döviz açığını finanse etse ikinci sene iflahı kesilir.

Nerdeyse unutuyordum, tabi bir de üçüncü yol var o da IMF'den alınacak bir borç. Ama mevcut durumda Türkiye'nin normal olarak IMF'den alabileceği borç tutarı 8.75 milyar dolar** ve bu da doların 2 liraya gidişini kalıcı olarak engelleyebilecek gibi görünmüyor. Ben öyle ya da böyle doların 2 lirayı göreceğini ve dahası TCMB'nin boşuna rezervlerini eritmek yerine dalgalı kur rejiminin gereğini yapıp müdahaleyi sınırlı tutması taraftarıyım. Hatta müdahalelerin aşamalı olarak kurun gerçek seviyesine gelmesine yönelik yapılması en uygunu olur. Böylece ekonomide şok etkisi yaratılmamış olur ve kişiler ve şirketler de hazırlıksız yakalanmamış olur. Örneğin 1 sene içinde aşamalı olarak kuru gerçek değerine taşımak ve bu dönemde halkı sürekli olarak uyarıp döviz cinsinden borçlanmalarını engellemek ekonomi yöneticilerimize verebileceğim naçizane tavsiyemdir...

MD

* Her iki fiyat endeksi için de baz dönem Aralık 1999’dur.

** Daha detaylı bilgi için Mahfi Eğilmez üstadın "IMF’den 40 milyar dolar" başlıklı yazısının linki:
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=909659&Yazar=%20&Date=02.12.2008&PAGE=

Bankalar şeytan mı melek mi? Bankaların denetlenmesi neden önemli

(Not: 2 Aralık 2008'de yazıldı)

Türkiye'de bankalara hırsız diyen, soyguncu diyen, şeytan diyen, acımasızlıklarını eleştiren, hiçbir iş yapmadan bir çivi çakmadan (havadan, avantadan hatta milletin kanını emerek)milyar dolarları götürdüklerini düşünen 20 milyon insan bulabilirim. Ve bu insanların %99'unun bankalarla çalıştığına, %95'inin bankalar olmadan hayatını veya işlerini sürdüremeyeceğine bahse girerim.

Şüphesiz bu insanlar %100 haksız değiller, bazı konullarda haklılık payları var (ufak da olsa). Ama gözden kaçırdıkları veya yanıldıkları çok şey var...

Dünya’nın hemen her yerinde başta bankalar olmak üzere finansal kuruluşlar var. Finansal kuruluş dediğin şey temel faaliyet konusu para alıp satmak ya da bir başka deyişle borç alıp vermek olan bir şirket aslında. Bu şirketler ondan bundan fon (para) bulup, işletmek ya da tüketmek amacıyla paraya ihtiyacı olanlara aktarır ve ekonominin saat gibi işlemesini sağlarlar.
Düşünüyorum da, bankalar (ve finansal sistem) olmasa:

- Borç arayan 1000 kişiden ancak 1’i istediği borcu bulabilir,

- Elinde ihtiyacından fazla para bulunan ve bu parayı değerlendirmek isteyen biri muhtemelen (bilgisizlikten) parayı batırır,

- Borç vererek değerlendirmeye çalışsa da borç verilecek uygun birini bulma şansı aşağı yukarı binde bir falan olur,

- Hadi borç verdi diyelim, o borcu geri alabilmesi pek kolay olmazdı,

- Kimse kimseye güvenip de parasını kullandırmazdı.

- Fon fazlaları değerlenmeyip yerinde sayar birikimler büyümezdi (ve ekonomik büyümenin finansmanı için kaynak oluşmazdı),

- İş yapmak isteyen, bir şeyler üretmek isteyen ve değerli fikirleri olan kişiler aynı zamanda para babası olmadıkları takdirde bu fikirler fikir olarak kalır, sırf işleri büyüyüp olgunlaşıncaya kadar geçici olarak ihtiyaç duydukları parayı borçlanamadıklarından şimdikinin belki yüzbinde biri kadar işletme açılırdı,

- İşletmelerin dinamik ve böylece de verimli çalışmaları için bazen (değil her zaman) veresiye çalışmaları gerekir ve bu veresiye periyodları kaldırabilmeleri için çok kısa vadeli de olsa borçlanamazlarsa nakit ve dolayısıyla daha verimsiz, daha hantal çalışmak zorunda kalırlardı, iş hacmi ve karlar düşerdi, ekonomik büyüme bundan olumsuz etkilenirdi,

- Çeşitli ihtiyaçları nedeniyle gelecekteki gelirlerini bugünden harcamak isteyen kişiler bu olanağı bulamazlar ve söz konusu tüketimden en fazla faydayı elde edecekleri zamanı tutturamazlardı (yani optimal tüketim zamanlaması mümkün olmazdı). Bu da ülke genelinde üretilen mallara olan talebi azaltır (fiyat-hasıla kanalıyla) üretim yapan kesime bu işlerine devam etmek konusunda köstek olurdu…

Kısacası finansal sistemin olmayışı ya da çok zayıf oluşu tasarrufları, sermaye birikimini, yatırımları, verimliliği, tüketimi olumsuz etkiler ve tüm bu olgular da ekonomik büyümeyi sınırlar. Finansal sistemin oluşu ise aksine bu kanallardan ekonomik büyümeyi destekler, finansal sistemin kuvveti arttıkça, finansal kuruluşların ve finansal araçların çeşitliliği arttıkça ekonomik büyüme ve istikrar hızlanır.

Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli birkaç şey var. Bu sistemde kötü niyetli fon kullanıcılar ve kötü niyetli aracılar olması halinde sistemin işleyişi aksar. Sistemde ne kadar çok ahlaki bozukluk varsa sistemin işleyişi ve ekonomik büyümeye yaptığı katkı o kadar zayıflar. Hem bankalar kamu tarafından hem de kredili müşteriler bankalar tarafından çok sıkı denetlenmelidir.

Bankalar başta yöneticiler sonra personel olmak üzere suiistimaller, dolandırıcılıklar, kötü yönetim, kötü (etik dışı) uygulamalar, haksız rekabet, fazla risk alma, sınırsız (dayanaksız) genişleme, toplanan fonları saçma sapan yerlere harcama gibi konularda çok sıkı izlenmelidir. Banka bünyesindeki kişiler ne kadar yüksek seviyedelerse o kadar fazla çalma/zarar verme potansiyeline sahiptir. Kötü niyetli olmasalar dahi hatalı kararlar, hırslar, öngörüler gibi nedenlerle zarara sebep olabilirler. Bu nedenle çok sıkı denetlenmeleri gerekmektedir. Daha alt seviyedeki personel, yani yönetici olmayıp işleri yürüten kişiler ise kötü niyetli veya bilgisizlik/tecrübesizlik/hata nedeniyle daha sınırlı zararlara yol açabilirler. Bir bankada bu tipte personel sayısı çok fazla olduğundan bu kişilerin sürekli izlenmesi mümkün değildir. Bu gruba kanımca daha geniş tabanlı ve risk temelli hatta bilgisayar destekli kontroller koymak daha uygundur. Bankaları, üst düzey personeli ve diğer personeli bu açılardan hem kamu hem de bankanın iç denetim sistemi denetim altında tutmalıdır.

Bankanın kredili müşterileri de her an denetim altında olmalıdır. Çünkü bu kişiler borcu almıştır ve eğer kötü niyetlilerse veya işleri kötü giderse borçlarını ödeyemeyerek bankaları zarara uğratır, borç verenlerin cesaretini kırar, hatta dolaylı olarak finansal aracılığın maliyetini arttırırlar. Bu nedenle de finansal sistemi olumsuz etkilerler. Hem pazarlama personeli, hem krediler bölümü, hem risk yönetimi bölümü, hem de bankanın iç denetçileri kredili müşterileri sürekli izleyip, bankanın zarar etmesini engellemelidirler. Burada patronların para kaybetmesi madalyonun bir yüzü iken işi asıl kutsallaştıran ise finansal sistemin zarar görmesinin engellenmesi, güvenin zarar görmesinin engellenmesi ve dolayısıyla da ülkenin ekonomik büyümesinin ve kalkınmasının zarar görmemesi için verilen uğraştır!

O halde bankalar bir çivi çakmıyorlar ama varlıkları ve yaptıkları işlerle 1 yerine 1000 çivi çakılmasını sağlıyorlar.

O halde bankalar acımasız, ama bu acımasızlıklarının nedeni başkalarının paralarının çarçur edilmesinin önüne geçmek. Acımasız olmasalar zarar edecekler ve sistem bozulacak, acımasız olmasalar kötü niyetli kişiler bunu kötüye kullanacak ve yine sistem bozulacak..
Özetle, işini dürüst ve iyi yapan bankacılar bilerek veya farkında olmaksızın ülkenin ekonomik kalkınmasına hizmet ederler.

Bu ülkede her şehirden, her sınıftan, her zeka seviyesinden, her meslekten ahlaksız insanlar çıkabiliyor ve bu insanların sayılarının artışı bizi yerimizde saydırıyor. Ahlaksızlık, cahillik, tecrübesizlik, aptallık ne kadar çok ise finansal sistemin o kadar fazla denetime ihtiyacı vardır.

MD

NOT:Bu konuyla bağlantılı olarak "güven", "küresel finansal sistem" ve "faiz" konularında da bir şeyler yazacağım yakında

Kur artışı neden dış açığımızı çözmüyor? - Marshall Lerner Koşulu

(Not: 20 Kasım 2008'de yazıldı)

Dış ticaret açığı Türkiye’nin en büyük iktisadi sorunlarının başında geliyor. Çünkü kronikleşen dış ticaret açıkları nedeniyle ülkemiz sürekli yurtdışından para bulmak ya da elindeki döviz rezervlerini eritmek zorunda kalıyor. Bu yüzden kırılganlaşan ekonomimizde, krizler ya da türbülanslar kaçınılmaz olarak sıkça karşımıza çıkıyor.

Dış ticaret dengesini Toplam İhracat Tutarı eksi Toplam İthalat Tutarı şeklinde tanımlarsak bu açığın iki ayrı yoldan kapatılacağını görürüz. Ya ihracat gelirimizi arttırmalıyız ya da ithalat harcamalarımızı azaltmalıyız.

Bilindiği gibi uluslar arası ticarette beli başlı paralar kullanılmaktadır. Türk lirası konvertibil bir para olmasına rağmen uluslar arası düzeyde kabul görmüş bir para değildir ve bu nedenle ülkemizin kendi parası cinsinden dış alem ile ticaret yapma şansı bulunmamaktadır. Ülkemiz dış ticaretinin çok büyük bir kısmını Euro ve Dolar ile gerçekleştirmekte, bu paraların yanı sıra Yen, Sterlin vb. gibi birkaç para birimiyle daha kimi ülkelerle ticaret yapılabilinmektedir.

Ülkemizin Türk Lirası cinsinden toplam ihracat geliri ya da toplam ithalat harcaması iki faktöre bağlıdır, bunlar ihracat/ithalat miktarı ve ihracat/ithalat fiyatıdır. Döviz kurunda meydana gelen bir artış (TL’nin döviz karşısında değer kaybetmesi) halinde 10 liraya mal ettiğimiz bir ürünün karşılığı 8 dolarken 6 dolara iner ve böylece ürünü uluslar arası piyasada daha düşük bir fiyattan sattığımız için ihracatımıza olan talep artar. Benzer şekilde 100 dolara ithal ettiğimiz ürünün dolar karşılığı 125 lira iken birden 165 liraya yükselince ülkemizin ithal mallara olan talebi düşer.
Bu noktada ihracatımızın artıp ithalatımızın düşmesinin dış ticareti illa ki olumlu etkilemek zorunda olmadığını gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü ihracat miktarı artarken aynı zamanda ihracat fiyatı da düşmüştür bu nedenle ihracatın parasal değerinin yükselmesi için miktardaki artışın fiyat düşüşünü telafi edecek kadar çok olması gerekir. Benzer şekilde ithalat miktarı düşmesine rağmen ithalat fiyatı arttığından dolayı ithalatın parasal değerinin düşmesi ancak fiyatın miktardaki azalmayı telafi etmeyecek kadar yükselmesine bağlıdır.

Döviz kurunda meydana gelen %1’lik bir artışın ihracat gelirini yüzde kaç arttıracağını ölçen katsayıya ihracat talep esnekliği, ithalat harcamasını ne kadar azaltacağını ölçen katsayıya da ithalat talep esnekliği denmektedir. Örneğin kur %1 arttığında döviz cinsinden ihracat geliri %0.7 artıyorsa ve ithalat harcaması %0.3 düşüyorsa toplamda dış ticaret dengesi döviz cinsinden %0.7 – (-%0.3) = %1 oranında iyileşirken kurdaki %1 artış bu iyileşmeyi tamamen nötralize eder ve dış ticaret dengesi ülke için hiçbir değişme göstermemiş olur. Eğer ihracat talep esnekliği – ithalat talep esnekliği farkı 1’den küçükse kurdaki artış dış dengedeki artışı aşacağından dış ticaret dengesi gerçekte daha da bozulur. Buradan çıkan sonuç şudur: bir kur artışının dış ticaret dengesine olumlu etki edebilmesi ancak ve ancak ülkenin ihracat talep esnekliği – ithalat talep esnekliği farkının 1’den büyük olması halinde söz konusu olabilir. Buna ekonomi biliminde Marshall – Lerner koşulu denmektedir (bu koşulun matematiksel derivasyonunu dileyen arkadaşlarla paylaşabilir ve tartışabilirim.). Talep esneklikleri arasındaki fark büyüdükçe kur artışının dış tcaret dengesine olumlu etkisi güçlenir.

Marshall – Lerner koşulu dikkate alındığında dış ticaret açığı veren ülkelerin devalüasyon yoluna başvurmadan önce ithalat ve ihracat talep esnekliklerini tahmin edip ona göre bu yola başvurmaları gerekir. İktisatçılar bu esneklikleri çeşitli ekonometrik yöntemlerle tahmin etmektedirler.

Bu esnekliklerin doğası konusunda şöyle kısaca bilgi vermek istiyorum. Malları uluslar arası arenada daha çok zorunlu olarak talep edilen ülkelerin, iş bağlantıları ağır olan ülkelerin, malları sıradan olan ülkelerin ihraç mallarına olan talep genellikle pek esnek değildir. Aksine çok hızlı iş bağlantıları kurabilen, ürettiği mallar konusunda diğer ülkelerle rekabet içinde olan, ürünleri zorunlu olmaktan ziyade daha çok lüks statüsünde olan ülkelerde ise ihracat talep esneklikleri yüksektir. Sanayisi dışa bağımlı olan ya da pek çok zorunlu malı yurtiçinde üretemeyen ülkelerin ithalat talepleri pek esnek değilken, sanayisi kuvvetli, üretimde kullanılan aramalları ve pek çok tüketim malını yurtiçinde üretebilen ülkelerde ise ithalat talebi esnektir.

Türkiye’nin hem ithalat hem de ihracat talep esnekliklerinin diğer gelişmekte olan ülkelere göre oldukça düşük olduğu şeklinde bulgulara ulaşan pek çok araştırma mevcuttur. Bu da ülkemizde geçmişte yaşanan devalüasyonların neden dış ticaret açığımıza çare olmadığının bir açıklamasıdır.

İhracatınızı gerçek anlamda sağlam ve kalıcı olarak arttırmanın yolu elbette ki teknoloji geliştirmekten, üretiminde diğer ülkelere göre (izafi olarak) üstün olduğunuz malları üretmekten, talebi ve parasal değeri yüksek olan veya gelecek vaat eden malları üretmekten, iyi yurtdışı bağlantılar yapmaktan, marka üretmekten geçer. Önemli olan yüksek katma değerli malları üretip dış aleme satabilmektir. Bu hem toplumun (özellikle işletme sahiplerinin) iş ahlakına, ülkenin bilim düzeyine, araştırma – geliştirme faaliyetlerine verilen öneme hem de devletin özellikle maliye ve dış ticaret politikalarının ihracatı destekleyici, teşvik edici olmasına bağlıdır. Benzer şekilde ithalatı kısmanın yolu bireylerin lüks ithal malların tüketiminden azami ölçüde kaçınmasına, yükte hafif pahada ağır malların (ipod, laptop, lüks saat vb. gibi üretilmesinde çok az emek faktörüne karşılık hatırı sayılır miktarda sermaye ve inanılmaz yüksek oranda bilgi faktörü gerektiren küçük hacimli ama pahalı mallar) üretiminin yurtiçinde de gerçekleştirilebilmesine, özellikle imalat endüstrisindeki dışa bağımlılığın ortadan kaldırılmasına bağlıdır.

MD

Murat'ın gözüyle 2001'den bugüne Türkiye Ekonomisi'nin seyri

(Not: 15 Kasım 2008'de yazıldı. Biraz uzun oldu, yazmaya başlarken bu kadar uzatmayı planlamıyordum)

2001’de kurların fırlaması, reel faizlerin fırlaması, -%9 civarı reel milli gelir düşüşü, enflasyonun %70 civarında gerçekleşmesi, borsanın yerin dibine girmesi ve hem Levent – Maslak hattını (finans kesimi) hem Hadımköy – İkitelli hattını (imalat sektörü) hem de mahaller aralarını saran iflaslarla Türkiye ekonomisi dibe vurmuştu. O zaman ben lise 2’deydim, hiç ekonomiden anlamaz, ilgilenmez ve hatta sıkılırdım, buna rağmen belirgin bir şekilde farkındaydım krizin. Çok kötü günlerdi, herkes öyle korkuyordu, öyle sağamcı olmuştu ki ÖSS’de işletme-iktisat gibi bölümlerin puanları mili gelirimiz gibi düşerken, öğretmenlik, tıp gibi bölümlerin puanı ise kurlar ve faizler gibi fırlamıştı.

Nisan’dan itibaren ekonomimiz sürekli bir düzelme, iyileşme trendine girdi. Kemal Derviş önderliğinde hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı önemli bir reform paketi idi. Bu program; bozulan mali sektörün yeniden yapılandırılması, kamu sektörünün şeffaflaştırılması ve özellkle kamu harcamalarının disiplin altına sokulması, ekonomide rekabetin ve etkinliğin arttırılması gibi hedefleri içeriyordu. Bu doğrultuda yeni bir TCMB yasası çıkarıldı ve bankaya bağımsızlık verildi, hazineyle ilişkileri düzenlendi, temel amacının enflasyonla mücadele olduğunun altı çizildi. Bankacılık kanunu yenilendi, BDDK kuruldu ve finans sektörü çok sıkı düzenlemelere tabi hale getirildi. Kamu bankalarının görev zararları kaldırıldı. Birkaç tanesi hariç bütçe dışı fonlar tasfiye edildi. Vergi tabanını genişletecek kimi önlemler alındı.

2002 yılında AKP’nin tek başına iktidara gelmesi ile tesis edilen siyasi istikrar, ekonomideki iyileşmeleri hızlndırıcı bir etki yarattı. Bu olumlu gelişmelere dünyadaki likidite bolluğu ve abartılı biçimde artan risk iştahı da önemli katkı sağladı.

Bu dönemde herkes keyifliydi, düşük enflasyon, tatminkar büyüme performansı, istikrarlı ve düşük döviz kurları, azalan kamu borç stoku, bol tüketim, bol kredi… Ama resmi bulandıran iki şey vardı, birbiriyle yakından alakalı iki şey; yüksek reel faizler ve inanılmaz yüksek dış ticaret açıkları. Aman canım her şeyi düzeltmişiz bir iki tane kötü gösterge olsa ne olur. Vallahi çok şey olur. Türkiye’nin 5–6 senelik ekonomik performansı hiç de öyle ekonomi mucizesi değildi, tamamen dışsal ya da sürdürülemez nedenlerden kaynaklanıyordu. Enflasyonu düşüren ya da milli geliri reel olarak büyüten biz değildik. Dünyanın en yüksek reel faizini veren ülkesi bizdik, bu nedenle Türkiye’ye giren uluslararası sermayenin haddi hesabı yoktu. Çok büyük dış açıklar vermemize rağmen ülkemize giren dış sermaye sayesinde elimize geçen döviz hem açığımızı kapatmaya yetiyordu hem de bir miktar fazla bile kalıyordu ve TCMB’nin döviz rezervleri sürekli artıyordu. Döviz talebini aşan döviz arzı sayesinde kurlar hep istikrarlı ve düşük kaldı. Bu sayede ithal malların fiyatları kendi ürettiğimiz mallara göre gün geçtikçe ucuzladı çünkü dış alemin enflasyonu bize göre düşük, üretimi yani mal ve hizmet arzı bize göre fazlaydı dönem boyunca. Kurlar buna rağmen değişmediğinden yabancı mallar sürekli daha da ucuz hale geldi. Buna bir de reel olarak büyüyen milli gelirimiz eklenince ithalat önlenemez biçimde yükseldi. Bir malın fiyatı düşüyor ve tüketicinin de bu sırada geliri artıyorsa iktisat teorsi bize kişinin o malı daha fazla satın alacağını söyler. Böyle de oldu zaten.

Kurların düşük düzeyde sabitlenmesinin ekonomik performansımıza önemli bir etkisi ucuz ithalat sayesinde enflasyonun artışını engellemesiydi. Ayrıca dış dünyadan aldığımız üretim girdilerinin (enerji başta olmak üzere) fiyatları da kurlar sayesinde olması gerekenden düşük gerçekleşti hep ve bu sayede hem enflasyon hem de ekonomik büyümemiz bundan olumlu etkilendi.

TCMB 2006 yılında açıktan enflasyon hedeflemesi uygulamasına geçmişti. Bundan önce birkaç yıl da kurala bağlı bir para politikası takip etmekte ve buna göre kısa vadeli faiz oranlarını etkileyip üstü kapalı bir biçimde enflasyon hedeflemesi uygulamaktaydı. Bu sayede enflasyonumuz %80’lerden birkaç yılda %7.7’ye kadar gerilemişti. 2006 Mayıs’ta döviz kurlarında gerçekleşen kısa süreli bir artış hem enflasyon hedefini hem de para politikasını o kadar etkiledi ki ekonomimiz o tarihten sonra bir daha enflasyonu %8’in altına çekemedi. TCMB 3 senedir yıllık %4 enflasyon hedefler durur ancak her sene bunun iki katından fazla enflasyon oluşur. Bu da aslında dış dinamiklerin ekonomik performansımızda bizden çok daha fazla söz sahibi olduğunun önemli bir kanıtıdır. En sn bu sene enflasyon hedefini %7.5 olarak güncellediler (tabi bu hedef de tutmayacak, tüm beklentiler bu sene %12’yi gösteriyor). Aslında TCMB’nin hedefleri benim beklentilerimi şekillendiriyor, çünkü aslında hedefler ile sonuçlar arasında tutarlı bir ilişki var, gerçekleşme = hedef + %5 oluyor her sene, bu da işin şakası.

Biz, 2001 sonrasında, mali sistemimizi ve kamu mali yönetimini disiplin altına almayı başarmış olsak da bu dönemde üretim kapasitemizi gerekli ölçüde arttıramadık, ihracata dayalı imalat sektörümüz fırsatları yeterli ölçüde değerlendiremedi (bu sektörün en büyük bahanesi Türk Lirasının aşırı değerlendirmesi idi) ve maalesef gün geçtikçe dış ticaret açığımız daha da büyüdü. Örneğin geçen yıl 115 milyar USD ihracat yaparken 162 milyar USD tutarında ithalat yaptık ve böylece 47 milyar USD dış ticaret açığı verdik. Bu yıl da ilk 9 ay itibariyle ihracatımız 112 milyar USD, ithalatımız 157 milyar USD ve dış ticaret açığımız 45 milyar USD. Geçen sene sonundaki seviyeleri bu sene daha ilk 9 ayda yakalamış bulunmamız da ayrı bir ilginç nokta. Her sene sürekli artan düzeyde dış açıklar vermemize rağmen giren yabancı sermaye sayesinde dış ödemelerde döviz sıkıntımız olmaması sayesinde hiç sıkıntı çekmeden ekonomik performansımız devam etti. Öyle görünüyor ki bizim dış ticaretteki yapısal sorunlarımızı çözmeye niyetimiz yok, finanse edildiği sürece böyle devam etmeye razıyız.

Gelen para babasının hayrına gelmiyor elbette. Yabancılar aşırı yüksek faiz elde etmeye, paradan para kazanmaya ya da bize ait olan şirketleri, fabrikaları, mali ve mali olmayan reel varlıkları satın almaya getiriyorlar paralarını, ülkemizi satın alıp karşılığında dolar veriyorlar. Biz onlara normalin üzerinde faiz vererek gelecekteki iktisadi varlığımızdan kesinti yapıyoruz, şirketlerimizi, madenlerimizi, fabrikalarımızı satarken bu ülkenin ulusal iktisadi servetini “bir daha geri almamak” üzere yabancılara veriyoruz. Biz lüks ithal malları tüketirken, marketlerde Çerkez peyniri yerine Danimarka peyniri satın alırken, ülkemizin satılmasına neden oluyoruz. Geçenlerde Ankara’ya giderken trende Alman bir amcayla beraber aynı kompartımanda seyahat ettim, Klaus, mühendis, şirketinin Türkiye’deki faaliyetleri konusunda denetim ve danışmanlık yapmak üzere Türkiye’ye gelmiş bir süreliğine. Anlattı, pek çok farklı imalat alanında fabrikalar satın almışlar (hatta Ankara’ya yakın New Holland Trakmak traktör deposu gibi bir yer vardı, onu gösterip, biz de traktör üretiyoruz demişti), bir madenin işletmesini almışlar, bir yerde de doğalgaz arama çalışmaları yapıyorlarmış, bulurlarsa gaz onların, Türkiye’ye de gelirden pay vereceklermiş. Güler yüzümü korudum ama içim nasıl hınçla doldu anlatamam.

Bugüne kadar uluslar arası likidite bolluğu sayesinde dış ödemelerde sorun yaşamadık, dış ticaret açığımızı finanse etmeyi başardık ve ekonomimiz tam takır yoluna devam etti. Ancak 1–2 aydır devam etmekte olan ve bence boyutları artmaya devam edecek olan küresel ekonomik kriz nedeniyle dış ticaret açığımız çok ciddi derecede problem olmaya başlayacak. Artık yabancı sermaye eskisi gibi bol değil ve risk iştahı neredeyse sıfır. Dünyadaki güven krizinin ödemeler sistemine yansımaması için merkez bankaları ellerinden geleni yapıyorlar, piyasaları paraya boğuyorlar. Bu da durumun ne kadar vahim olduğunun açık bir göstergesi...

Böyle bir ortamda Türkiye dışarıdan para bulmaya devam edemezse çok ciddi sorunlar yaşaması kaçınılmaz. Yeterince dış borcu bulunan ülkemiz, buna rağmen bu sene de aşağı yukarı 50–55 milyar USD dış ticaret açığı ve 40–45 milyar USD civarı cari işlemler açığı verecek gibi görünüyor. Şu an itibariyle birbirlerine dahi borç vermekte tereddüt eden yabancıların ülkemize döviz getirmesi için çok dua etmemiz gerekecek. Bunu nasıl başarabileceğimizi bilemiyorum ancak aklıma gelen önlemler şunlar:

-Ödediğimiz reel faizi iyice arttırmak;

-Yabancıların getirdiği paraya özel kolaylıklar sağlamak (zaten maliye bakanlığı sanırım yabancı ülkelerdeki Türk’lerin paralarını Türkiye’ye getirmesi halinde paranın kaynağının sorumayacağını açıklamıştı geçen hafta, karapara cenneti olacağız bir de, iyice imajımız zedelenecek);

-Mevduata sınırsız güvence vererek yabancıların mevduatlarını bozup gitmelerini engellemek ve hatta bir miktar daha yabancı mevduat müşterisi çekmek;

-Geçtiğimiz sene uygulanan ama bu sene, sanırım, kaldırılan bir nevi Tobin vergisi olan “Kambiyo Gider Vergisini” yeniden yürürlüğe sokmak (geçtiğimiz günlerde banka hesabımdan bir miktar dolar satmıştım ve bu vergi kesilmedi);

-IMF’den borçlanmak.

Bu önlemler içinde en sağlıklısı IMF’den borç almak elbette. Bu en azından, diğer tüm önlemlerden daha düşük maliyetli ve hatta bence faydalı... Faiz yeterince yüksek, daha fazla artmasının zararı çok pek bir faydası yok. İkinci seçenek üzerinde yorum yapmak bile istemiyorum, o kadar rezil bir yol. Mevduat güvencesinin arttırılmasının faydası kadar zararı da var, bankalara hem daha fazla sigorta maliyeti getirmesi hem de kurumsal yönetim uygulamalarına köstek olucu doğasının dikkate alınmasında fayda var, Tobin vergisi uygulaması yeniden devreye alınabilir ama etkisi çok çok sınırlı olur.

Sanırım 6 yıllık rüya sona erdi, ekonomimiz ciddi tehdit altında. Bu dönemde gerçekleştirilen yapısal reformların faydasını muhakkak ki göreceğiz (özellikle mali sektörün düzenlenmesinin) ancak gerçekleştirilemeyenler başımıza çok bela açacak.

Krizin ve döviz kurlarındaki aşırı artışın, enflasyon, ekonomik büyüme, dış borçlar (ağırlıklı olarak özel sektörün elinde bulunmakta olanlar), bütçe dengesi ve istihdamı çok şiddetli bir biçimde vurması kaçınılmaz artık. Umarım bu dönemi fazla yara almadan atlatabiliriz ve önümüzdeki dönemlerde artık kur, faiz, borsa, para, vergi vs. yerine makroekonomide en önemli değişken olan “üretim”e odaklanırız.

MD

1929 dan sonraki en büyük mali kriz mi geliyor?

(Not: Bu yazıyı 3 ekim 2008'de bir forumda yazmıştım, dediğim pek çok şey çıktı)

Dünyanın en güçlü bankaları batıyorlar, kimileri özel operasyonlarla kurtuluyorlar. Bu bankaların çürük yumurtalar olduğu söyleniyor ancak ben aynı fikirde değilim çünkü tüm bankalar, özellikle de tüm büyükler aynı stratejilerle oynuyorlar, aynı şekilde çalışıyorlar, sadece bazıları kriz dalgası tam koptuğunda uygunsuz pozisyonda yakalandılar. hayatta da böyle değil midir, hayatın ne getireceği belli olmaz bazen risk almış oluruz ve o şekilde yakalanırız bazen de köşemize sinmiş oluruz tesadüfen olumsuz bir şey olduğunda ve tamamen rastlantı eseri yırtarız. bu bankacılıkta da böyle her an her banka uzun pozisyonda olmuyor ki. Belki bu 1 ay sonra olsa X bankası yerine Y bankası batacaktı.

Yani burada önemli olan piyasaların yapısı. Pazarlama stratejileri, kar yarışları, senelerdir devam eden likidite bolluğu ve dolayısı ile oluşan risk iştahı...

Limitleri ne kadar zorlarsanız motoru patlatma olasılığınız da o kadar artar.

Tabi bir husus daha var, o da türev ürünler.
Atom bombasından bile daha tehlikeli bir buluş belki de. 1929 ve öncesinde dünya ekonomisi çok zararsızdı, finans mühendisleri yoktu, iktisatçılar ancak mikro iktisat tarttışıyor ve mikro konulara kafa yoruyorlardı. Bugün kredi türevleri ve future sözleşmeler, opsiyonlar, swaplar ve hibrit türevlerden oluşan inanılmaz karmaşık ve şişkin bir piyasa var.

Kredi türevleri, artan risk iştahının da etkisiyle bankalara her önüne gelene kredi verme kapısını açtı, kredileri menkul kıymetlere bağlayıp sattılar ve ceplerinden para çıkmadan, yalnzıca iki yönlü risk üstlenerek bankalar çok para kazandılar. Patlayan kredileri de kredi swaplarıyla birbirlerine kakaladılar ama sorun neydi biliyor musunuz, sonuçta bu swaplar ve genel anlamda kredi türevlerinde toplam zarar sabitti, bu araçlar sadece riski yeniden dağıtma araçlarıydı, zarar birinde kalmazsa diğerinde kalıyordu ama sonuçta "kalıyordu" yok olmuyordu. Ee günden güne artan yarış daha da kötü müşterilere büyük krediler verilmesine yol açtı ve sistem acayip zayıfladı, çok kırılgan hale geldi, en ufak bir şey olsa krediler patr patır patlamaya başlayacaktı ki öyle de oldu zaten.

Bunlar bankaların krediler birimleri ve kredi komitelerinin krizdeki suçu (tabi suç kişilerde değil sistemde). Bir de hazine birimlerinin suçu var ki o da en az bu kadar büyük ve bence henüz pek bir şey olmuş değil bu konuda. Asıl krizi büyütecek olan bunlar.
Banka açısından da bakmayalım hatta, temelde future, opsiyon ve swapları ele alalım.
Bu ürünlerin hem organize borsalarda hem de borsa dışında finansal kuruluşlarla müşteriler arasında alım satımı oluyor.
İnanılmaz yüksek hacimlerde hem de.

Bu ürünler ilk çıktığında üretilme amaçları risk yönetimi yani hedging idi. piyasada şirketler fiyat risklerinden korunmak için emtia futures, faiz ve kur riskinden kurtulmak için de finansal futures sözleşmeler kullanacak, arada da bir kısım spekülatörler olacak ki piyaanın etkinliği artsın her sözleşmenin arzı ya da talebi olsun. Kitapları açın bakın hemen hemen hepsi aynı örnekleri vererek anlatır. Bir ithalatçı olur bilmem kaç bin dolar ödemesi olur 3 ay sonra falan filan (hep de aynı örneği veriler :D) Hep insanların türev araçları kullanarak nasıl zarardan yırttıklarını anlatır dururlar. 2007 yılında ihsan ersan hocadan (türev araçlar konusunda türkiyede en bilgili şahıslardandır, türkiyedeki en eski türev araçlar kitabının da yazarı o bildiğim kadarı ile) risk yönetimi dersi alıyorduk yüksek lisansta, adam o kadar üstüne basa basa olumsuz kısmını anlatıyordu ki anlam veremiyordum, zaten türev araçları duyalı 1 sene olmamış, kavrayamamışım tam. Ama şimdi hocaya hak veriyorum gerçekten de hep olumlu tarafı anlatılır. Risk yönetimi uygulaması anlatılır.

Bugün türevleri kullananların %95i spekülasyon amacıyla kullanıyor (ya da bilinçli olmayıp hatalı hedging yapıyor). Ee, özellikle borsalarda korkunç bir kaldıraç var, 150 YTL ile 1000 dolarlık sözleşmeye giriyorsun 1000 doların ettiği kar ya da zarar sana yansıyor. 1000 dolar 1250 YTL desek 1000 dolarda edeceğin %1 kar 12.5 ytl'dir ve başlangıçta riske atılan paraya oranlarsak kar oranı 12.5/150= %8-9 falan eder. fon sahipleri bu iştahla atılıyorlar türev ürünlere.

Hele şimdi finans mühendisleri sağolsun ne karmaşık ne acayip ürünler çıkarttı, benim spk türev araçlar lisansım var ben bile kavramakta güçlük çekiyorum. Böyle anlaşılması hakim olması zor ürünler ve böyle büyük kaldıraçlar olunca tabi piyasalar şiştikçe şişiyor, ortada dönen paralar büyüdükçe büyüyor. Bir şirket 100 kere büyük kar etsin bir kere büyük zarar etsin batar.. Finansal sistem de malum en nihayetinde kökeninde borç-alacak mevzusu olduğundan bir şirketin batması diğer şirketleri ve ödemeleri de etkiliyor. Ödemeler sisteminin kilitlenmesi krizlerin en babasıdır. Finansal türevlerdeki patlamalar daha çoook büyük krizlere gebe kısacası.
Daha bankaların hazineleri ve diğer finansal fonların yöneticileri türevlerle kârı kovalamaya, kazandıkça daha da çok kazanmaya uğraşmaya devam edecekler tüm dünyada bu böyle. sistem bu. Mecbur her kurum böyle yapmak durumunda bu rekabet ortamında.

Ama unutulmaması gereken şu ki, kredi türevleri gibi future, opsiyon, swap ve yeni nesil türevlerde de toplam değişmiyor, bir taraf ne kadar kar ederse diğer taraf da o kadar zarar ediyor, bu yarış tamamen zararı yansıtma ve kârı çekme; yeniden dağıtımda doğru tarafta olma yarışı. Yoksa yoktan varlık var etmiyorlar. Daha önce de dediğim gibi 100 kere kar eder bir şirket ama bir kere zarar etti mi batar, hatta hiç zarar etmese dahi bir kere likiditesini sıfırladı mı batar. Böylece de krizler olur bu hikaye böyle sürer gider.

Bence Türkiyede kumarhaneler kapatıldı ama çok daha büyük bir kumarhane açıldı izmirde, Allahtan kumarbazların haberi yok daha. İzmirin işlem hacimleriyle Chicagonun falan işlem hacimlerini karşılaştırmıyorum bile. Varın gerisini siz düşünün.

MD

Mukaddime

Herkese merhaba.

Kendimi takdim edeyim, adım Murat;

İktisat Fakültesi mezunuyum. Üniversitede son sınıftayken ekonomi bana ilgi çekici gelmeye başladı. O dönemden itibaren sürekli bu alanda bir şeyler öğrenmeye ve kendimi geliştirmeye çaba gösteriyorum. Bir gün gerçek bir ekonomist (borsacı değil!) olup hem mezun olduğum okulun hem de potansiyelimin hakkını vermek en büyük hedeflerimden biri.

Bir ekonomistin asla bir borsacı olmadığını, bir fikir adamı olduğunu, yatırım yapıp para kazanma peşinde olmayan, toplumun refahının artması için en uygun yolu bulmaya kafa yoran bir kişi olduğunu düşünüyorum.

Bir süredir "karınca" kararınca yazılar yazmaya çalışıyorum. Bu yazılarımı burada yayınlamaya karar verdim. Bir kişiye bile ucundan kıyısından faydam dokunursa ne mutlu bana...